Düşünme Üzerine Deneme | Nuri KAPLAN

Savaştan üç kat daha tehlikeli olan şey nedir?

Böyle bir soruya yanıt verilmesi gerektiğinde, aklımızdan bir anda binbir türlü şey geçer; konuyla ilgili mevcut bilgilerimizi hızlıca gözden geçiririz, benzeri soruları ve yanıtları hatırlamaya çalışırız, mukayese ederiz, sorunun ne niyetle sorulduğunu anlamaya çalışırız, muhtemel yanıtlar bulmaya uğraşırız, bulduğumuz yanıtın muhtemel neticelerini değerlendiririz. Buna benzer zihnimizde bir sürü işlem yaparız. Bir diğer ifadeyle “düşünürüz”.

Düşünmemiz için illa da bir soru sorulması gerekmez. Kendimiz, ailemiz, arkadaşlarımız, çevremiz, ülkemiz, dünyamız, evren hakkında; bazen davranışlarımız, problemlerimiz, kaygılarımız üzerine; bazen geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek hakkında; bazen kültürler, değer yargıları ve başkalarının düşünceleri ve hatta kendi düşüncelerimiz üzerine düşünürüz. Her insan bir şeyler hakkında mutlaka düşünür ama asıl düşünülmesi gereken şey ya da şeyler nedir? Dünyadaki pek çok şey hakkında düşünürüz. Araba alırken, evimize eşya alırken, pazardan yiyecek alırken, oğlumuzun kızımızın geleceği, paramızın nerelerden değer kazanacağını vs. düşünürüz. Ama insan olarak acaba kaçımız düşünmeye insandan başlayıp, onun üzerine düşünüyoruz, dünyayı, kendimizi sorgulayarak insanı ve dünyamızı anlamaya çalışıyoruz?

Koskocaman dünyada küçücük bir insan mıyız yoksa dünya büyük bir insan, biz küçücük bir dünya mıyız?… İnsan neye gelmiştir bu dünyaya? İnsanın dünyaya gelmesi tesadüf müdür? Kâinattaki her şey, Dünya, yıldızlar, gezegenler Dünya’nın içindeki her şey tesadüfen mi meydana gelmiştir? Biraz tuğla, biraz çimento biraz su alıp rastgele savursak, basit bir duvarın renklerini gelişigüzel atsak; güzel bir tablonun rastgele yapılmayacağını, inşaatın ustasının, tablonun ressamının olduğunu hepimiz biliriz. Kaldı ki, insan gibi ve kâinat gibi kusursuz bir yapı nasıl tesadüfen meydana gelmiş olsun? Her şeyin bir yaratıcısı vardır. İnsanı yaratan Allah ta insanı başıboş bırakmamıştır. İnsanı bitkilerden ve hayvanlardan ayırt eden en önemli özelliklerinden bir tanesi düşünmektir. Düşünmek bağlantılar kurmaktır. İnsan düşünerek yaradanı ile irtibat kurabilir. İnsan, eğer düşünecekse yaratıcısının kendine nimet olarak verdiği aklı onun gösterdiği şekilde kullanmak durumundadır. Allah doğuştan insanın fıtratını temiz yaratmıştır. Fıtratına göre insan aklını kullanmalıdır. Ama bu fıtrat insan büyüdükçe en yakınındaki ailesinden başlayarak dış dünyadaki etkenlerden etkilenerek bozulabilir. Bu fıtratın bozulmaması için de yaratıcımız, insanın kullanma kılavuzu olan kitaplar göndermiştir. Her eserin bir kullanma kılavuzu vardır. Tabiri caizse Allah’ın gönderdiği kitaplar insanların kullanma kılavuzudur. Son kitabımız Kur’an, insanı sürekli düşünmeye, akletmeye, ibretler almaya teşvik etmektedir. Hatta, düşünmeyen, akletmeyen insanları Allah pisliğe mahkum edeceğini, canlıların en şerlisinin aklını kullanmayanlar olduğunu bildirmektedir.

“… Ve O aklını kullanmayanları pisliğe mahkûm eder!” (Yunus 10:100)

“İyi bilin ki Allah katında canlıların en şerlisi aklını kullanmayan (gerçek) sağır ve dilsizlerdir. (Enfal 8:22)

“…halâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Hud 11:51)

“Bu, onların akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarından dolayıdır.” (Maide 5:58)

“Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız? (En’am 6:32)

“De ki: Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkını biz veriyoruz. Kötülüklerin açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Haksız yere Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın. Düşünesiniz diye Allah size bunları emretti. (En’am 6:151)

“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur. (Hac 22:46)

“…Şimdi o yerlerde şöyle bir gezip görmediler mi? Kendilerinden önce gelip geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir baksalar ya!… Elbette ahiret yurdu muttakiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?(Yusuf 12:109)

“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır.” (Nahl 16:12)

“Bu, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır ki, insanlar onun âyetlerini düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar.” (Sad 38:29)

Bunlar gibi nice ayetleri sıraladığımızda, vahiy, dünyayı gezip dolaşmamızı ve helak olan kavimlerin akıbetini, geceyi gündüzü, güneşi, dağları, gökyüzünü, deveyi, sivrisineği kısacası Allah’ın yarattığı varlıkların üzerinde düşünmemizi, akletmemizi, dersler çıkarmamızı öğütler. Çünkü bunlar da birer ayettir ve düşündüğümüzde Allah’la, toplumla, kainatla sağlıklı irtibatlar kurmamızı sağlar. İnsan aklı, Allah’ın azametini, büyüklüğünü, sübhanlığını, yaratıcılığını kısacası esma-i hüsnasını hatırlar. İnsan, aynı zamanda kevni ayetler (kainattaki ayetler) ile kitapta vahyedilen ayetler arasında bağlantılar kurmalıdır. Maalesef Müslümanlar bu bağlantıyı kuramadıklarından, düzgün bir okuma gerçekleştiremediklerinden, manen ve maddeten geri kalmışlardır.

İnsan, dünyayı dev gibi bir insan, kendisini de küçük bir dünya olarak düşünür, sorumluluk bilincini yüklenirse, tabiatla düzgün bir bağ kurabilir. Tabiatla, dünyayla, vahiy eksenli irtibat kuranlar, tabiatı, dünyayı ve kendilerini tüketmeden, tahrif etmeden bir hayat tarzı oluşturabilirler. Düşünme, anlama, ayırt etme, bilinçli tercihte bulunma hakkını kullanmayan insanların seçeneği taklit etme, itaat etme ve yönlendirmelere maruz kalmadan başka bir şey değildir. Bunun için akıl ön şarttır. Buraya kadar hep düşünmekten, akletmekten ve akıldan bahsettik ama bazılarının akıl her şeyi çözer mi dediğini duyar gibiyim. Tabi ki her şey akılla çözülemez. Onunda bir sınırı vardır. Müslüman her şeyi aklıyla çözemeyeceğini bilecek kadar akıllıdır. Ancak aklın ve akletmenin önemini; dinen sorumlu tutulabilmenin ilk şartlarından birinin akıllı olmak olduğundan ve delilerin mesul olmadığından anlayabiliriz.

Günümüzde Müslüman kelimesi ile düşünmek kelimesi maalesef birbirlerinden çok kopuk iki kelimedir. Bunu anlamamız için dünyadaki Müslümanların haline bakmamız yeterlidir. Müslümanlar olarak akli melikelerimizi kullanmaz olmuşuz, akletmesi gereken kalbimiz, düşünce yetmezliğinden ölmek üzeredir. Müslüman toplumlar, çocuklarının zihnini küçük yaştan itibaren özgür ve fıtri düşünceye kapatmıştır. Çünkü kendisi vahiy merkezli düşünen, akleden, eleştiren, üreten bir kültürden gelmemiştir. Kendisi yerine abisi, ablası, hocası, şeyhi, üstadı düşünmüş, kendisi ulu bildiği beyinlerden talimat ve emir almış ve sorumluluğunu onların üzerine yıktığını sanarak aklını kiraya vermiştir. Onun için dünyaya yön veren, aktör ve aktif rolde değil pasif, pısırık, zulme uğrayan ve ses çıkarmayan kalabalık ve yığınlara dönüşmüşlerdir.

Müslümanlar uzun zamandan beri düşüncenin has bahçesine yaklaşmadığı için düşünce ve fikir adamı yetiştirememekte, ne kendilerine ne de dünyaya yön verebilmektedir. Taklit hastalığı Müslümanları sarmıştır. Akla rehberlik edecek vahiy, bilinç ve şuur gidince; düşünceyi kuduz köpek gibi kovalayan ya da nerde bir aydınlık varsa yangın sanıp söndürmeye çalışan, karanlığa alışan, yıldızlardan rahatsız olan bir düşünce yapısına sahip olmuşuz. Hiç kimse kendi çağında düşünen ve çığır açan insanları aşmayı düşünmemiş, özgür ve özgün düşünme kendi ellerimizle katledilmiştir. Akleden kalplerimiz olmayınca asrın idrakine söyletemiyoruz bir türlü İslam’ı. Müslümanlar hem akıldan hem de dünyevi bilgiden uzaklaştılar ve nostaljik bir tavır içinde geçmişin dünyasında hayallerle avunup kaldılar. Akıldan uzak bir imanla yeniden bilgi üretemediler, sanatta, edebiyatta, siyasette Müslümanlar nevi şahsına münhasır yeni fikirler, yeni üretim modelleri geliştiremediler ve bugün dünyaya söyleyecek bir sözleri yok. Müslüman aleminin dünyasını geçmişle avuntu, nostaljik ütopyalar, ardı arkası bitmeyen kutsallaştırmalar, ağıtlar, atalet, mezhepsel kavgaları ve düşmanlaştırıcı/ötekileştirici bir üslup kapsamış durumda. Müslümanların hür tefekkür yolunu kapatmalarının ve dünyayı değiştirecek yeni bir dil, söylem ve bilgi üretememelerinin nedenlerinin başında muhafazakârlık, sağcılık ideolojilerine sarılmaları, pragmatist davranmaları ve statükodan yana tavır almaları, bu dünyaya hitap etmeyen masal/menkıbe gibi mitlerle zihinlerini meşgul etmeleri gelmektedir.

Dünya gerçeklerine teslim olduğumuzdan dünyayı sorgulayamıyoruz. Soru sorma, hakikati arama için sorgulama ve eleştiri kültüründe yetişmediğimiz için bilinçli tercihlerde bulunamıyoruz. İslami cemaatler, yapılar eleştirel aklın hür düşüncenin, bilincin önünü açmak yerine bilakis büyük bir engel olarak duruyor. Yaşanan adaletsizliklere, zulümlere karşı seslerini yükseltmeleri gerekirken, cemaatlerinin çıkarını düşünerek ya sessiz kalıyorlar ya da hoşgörü telkinlerinde bulunarak zihinleri duyarsızlaştırıyorlar. İslami cemaat yapıları, düşünen, sorgulayan, eleştiren, yeni şeyler üreten bilinçli zihinleri kendilerine karşı bir tehdit olarak algılayıp içlerinde barındırmıyorlar ve adeta cüzzamlı muamelesi yaparak, dışlayıp ötekileştiriyorlar. Herkes kendine itaat edecek köle arıyor. Oysa peygamberimizin getirdiği İslam, köleleri azat etmiş, ölü olan Arap toplumunu vahyin nefesi ile diriltmiş, çöl bedevilerinden dünyaya nam salmış güzide insanlar yetiştirmiştir. Bu güzide insanlar, peygamberimize her fırsatta vahyi anlamak için sorular sormuş, cevaplar almış, vahiy dışındaki sözlerde ise kendi görüş ve düşüncelerini efendimizle (sav) paylaşmışlardır.

Müslümanlar vahiyden aldıkları kültürle düşünce dünyalarını mamur etmişlerdir. “Hz Ömer zamanında mehirin yüksek olması nedeniyle Müslüman erkekler Hz Ömer’e şikayette bulunmuşlar ve Hz. Ömer; ‘peygamberimiz ve ashabı hiçbir zaman 400 dirhemden fazla mehir vermemiştir, eğer mehrin çok verilmesi takva ve şeref olsaydı siz onları asla geçemezdiniz’ diyerek 400 dirhemden fazla mehir alınmasını Cuma hutbesinde yasaklamış ve hutbeden inmiş. Dışarı çıktığında Kureyş’ten bir kadın önünü keserek ‘Ey Mü’minlerin Emîri! Sen kadınlara 400 dirhemden fazla mehir verilmesini yasakladın öyle mi?’ diye sormuş. Hz. Ömer’in ‘Evet öyle!’ demesi üzerine de şunları söylemiş: ‘Sen Allah Teâlâ’nın, Kur’an-ı Kerim’de ‘Eğer bir eşi boşayıp başka bir kadınla evlenmek isterseniz, öncekine (mehir olarak) yüklerle mal vermiş olsanız dahi verdiğinizden hiçbir şeyi geri almayın. Acaba iftira ederek ve açık günah işleyerek verdiğinizi alacak mısınız?’(Nisa/20) buyurduğunu işitmedin mi?’ Kadının bu sözleri üzerine Hz. Ömer; ‘Ey Rabb’im! Beni affeyle! Kadınlar dâhil bütün insanlar Ömer’den daha fakih ve daha anlayışlıdırlar’ demiş. Sonra da geri dönüp tekrar minbere çıkarak şunları söylemiş: ‘Ey insanlar! Biraz önce sizlere kadınlar için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım. Ancak şimdi bu yasaklamayı kaldırıyorum. Bundan böyle mehir olarak dilediğiniz miktarı vermekte serbestsiniz.’ demiştir.” Müslümanların bugün en çok muhtaç olduğu şeyler; Kureyşli kadının sahip olduğu vahye dayalı bu düşünceyi söyleme cesareti/tarzı ve Hz. Ömer’in düşünceye yaklaşım biçimidir.

Şahsımıza ve toplumumuza ve dünyadaki tüm insanlara yani; “Onlara ‘Allah’ın indirdiklerine uyun!’ denildiğinde zaman, ‘Hayır, biz atalarımızın üzerinde bulunduğu geleneğe uyarız!’ derler. Ya ataları hiç akıllarını kullanmamış ve doğru yolu bulamamışsalar? (Bakara 2:170)” diye sormak lazım.

Yazımın en başındaki soruyu unuttum sanmayın sorunun cevabını verelim; Cahillikler Kitabına göre savaştan üç kat tehlikeli olan şey, bir işte çalışmakmış. İstatistiklere göre, her yıl yaklaşık iki milyon insan, işle ilgili kazalar ve hastalıklar yüzünden hayatını kaybetmektedir. Ya düşünme yetersizliğinden hayatını (hayat=ahiret) kaybedenler kaç kişi?

Bence bir insan için savaştan 3 kat tehlikeli, hatta en büyük tehlikeli şey akletmemek, düşünmemektir. Ya sizce?

 

Nuri KAPLAN

 

Author: Fatih
İsim: FATİH ŞAHBAZ Yaşadığı İl: İstanbul Yaşadığı İlçe: Üsküdar Meslek: T.Halk Bankası A.Ş.