Kanaat

İş ahlakı kelimesini son zamanlarda o kadar çok duydum ki… Kulak kabarttığımda bu değer birkaç kelimenin etrafında dönüyor. Çalışan için, sorumluluklarını yerine getirmemek, işveren için ise söylediği değer ve kalitede ürünü teslim etmemek olmuştur.

Herkesin bildiği üzere batı dünyasında kurulan kurum ve kuruluşlarda iş ahlakını esas alan sistemler oluşturulmuştur. Modern diliyle kurumsallaşan sektörler, tanımlanabilir bütün davranışları sisteme entegre etmiştir. Yüzü soğuk olan bazı davranış kalıpları olsa bile hem çalışan hem de işveren bu yönüyle sorumluluklarını yerine getirmektedir. Bunun içinde kurum kültürünü ve kurum iklimini oluşturarak liyakati esas alarak aidiyet duygusunu geliştiren aksiyonlar alma çabası içindedirler.

Ama kendimize baktığımızda bunlardan eser yok. Bunu eleştirme kolaylığına girmek meselenin özünden uzaklaştırır.

İş ahlakını oluşturan iki yön var: Kişilik yapımız ve kurumsal yapımız.

Yaşadığımız topraklar, kafası karışık insanlar topluluğu. Modern, kapitalist dayatmalarla gücü sürekli pompalayan ve bunun için “her yol mubahtır” felsefesini içimize işleyen bir anlayışla her güne merhaba deriz. Sohbetlerimiz bir anda zengin olanların hikayeleri ile dolar taşar. Çok önceden almış olduğumuz bir arsaya talip olan müteahhitin teklifleri hepimizin ağzını sulandıran türdendir. Bunu duyan bir çok insanın sadece bir kısmı rağbet etmez. Ama büyük bir çoğunluğumuzun en kuvvetli empati kurduğumuz alan olarak hayal dünyamızı süsler. Hayallerde kısa sürede elde edilen bu varlığı gören herkes elindeki işe kanaat getirmez.

Kanaat; elindeki ile yetinme ve yeterli bulma durumudur. Hakkıyla görevini yerine getirmek, kanaati arttırır. Hayatın gerçekliğine yakınlaştırır. O yüzden yaşı ilerlemiş olan bir çok insan bu kelimeyi sıklıkla kullanırlar. “Evladım kanaat et, çünkü hepsi boş”.

Peki biz neden böyleyiz? Naçizane kısa yorumum, kendimizi okumamaktır. Çocuklar, anne babaların gözünde, kendi yapamadıklarını telafi edecek birer robot olarak görünür. Çocuğunu tanımadan onun üzerine kurulan geleceğe dair her şey hüsranla son bulur. Çocuğunu tanımayan, çocuğun kendisini tanımasına da fırsat vermez. O yüzden de çocuk, anne ve babası olmadığı her fırsatta hayatı keşfetmek ve anlamak için istenmeyen birçok davranışı sergiler. Otorite olmadığı için küçükken yaptığı bu davranış, patron oyokken yaptığı kaçamakların arka planıdır.

Kuruma bakan yönü ile de çok acı bir tablo karşımızda durmaktadır. Uzun vadeli ve anlamlı bir iş yaşamı hayal etmekten uzak insanların kurduğu kurumların ürünleri de kendisi gibi olacaktır. Vurgun yapıp kısa sürede zengin olmak.

“Kapatıyoruz” tabelasını asarak, insanları ucuz mal sahibi olacağına inandırarak, bu duyguyu istismar edip kandırmayı tercih eden kişi ve kurumdan iş ahlakı prensiplerini görmek tabi ki mümkün değil. Bu düşüncede olan işletme sahibi uzun vadeli düşünmeyi prensip olarak görmekten uzak olduğu için kurum iklimi ve kurum kültürü oluşturma çabası da olmayacaktır.

İş ahlakı olmayan, emek harcamaktan uzak, popülist bir yaşamı tercih eden bütün insanlar, aile yaşantısında, komşuluk ilişkilerinde, iş hayatında, sokakta, pazarda kısacası hayatın her alanında mutsuz ve anlamsız bir yaşamın içinde kaybolup gideceklerdir. Temel ahlaki ve insani değerlerden yoksun, prensipleri olmayan bu insanların milli ve manevi kavramları oluşmayacaktır. Bu yüzden iş ahlakı ailede başlar. Bir babanın çalışmaya, hakka, hukuka ve kaliteye verdiği önem ve sergilediği duruş onu gözetleyen küçük dimağlar için kalıcı ve anlamlı vesikalar olarak zihinlerinde yer bulacaktır.

 

Recep DAĞDEMİR

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

 

Author: sevare