Kitap İncelemesi: “Sorgun’dan Çıktım Yola – Anılar 3″ / Rauf YÜCEL

Hemşerimiz, değerli büyüğümüz Prof. Dr. Rauf Yücel’in büyük bir kararlılığın, azmin ve emeğin ürünü olan “Sorgun’dan Çıktım Yola” adlı anılarının 3. cildi Sorgun Belediyesinin 12 numaralı yayını olarak Mart ayında okuyucuyla buluştu. Serinin 1. cildini 2013 Aralık, 2. cildini ise 2015 Eylül dosyalarımıza konu edinerek ayrıntılı olarak incelemiştik. Son cildi de merakla beklemekteydik. Bu yüzden kitabı bir an önce temin ederek sıcağı sıcağına değerlendirmek istedik. Nisan ayı toplantımızda üyelerimize dağıtmış olduğumuz 3. cildi 2017 Mayıs dosyası konusu olarak belirledik. Kitabın hacmi (fotoğraflarla birlikte 590 sayfa) göz korkutucu (!) olsa da önceki ciltlerin akıcılığına aşina olduğumuzdan ve hikâyenin sonunu merak ettiğimizden bir çırpıda okunacağını düşünüyordum, yanılmadım.

Birinci cilt 414 sayfa, ikincisi 435 sayfa ve son cilt ise 590 sayfa olunca, insan ister istemez “Rauf Hocamız bir de dördüncü cildi yazmaya kalksa kim bilir kaç sayfa olur?” diye sormaktan edemiyor. Şaka bir yana emekli olduğu 2006 yılından bu yana geçen 11 yıllık dönemde yaşadıkları eminim yeni bir cildi doldurur. Kendi ifadesiyle “ömrümün son otuz yılına bedel” dediği ve hayatının en keyifli yılları olarak tarif ettiği emeklilik sonrası dönemi dolu dolu yaşadığını, 3 yılı aşan dostluğumuz vesilesiyle yakından biliyorum. 3. cildin son cilt olduğunu “Yedi yıl önce yazmaya başladığım anılarımı, emekli olduğum 9 Mayıs 2006 yılına kadar getirip noktaladım. O günden sonra Tanrım ömür verdi, bir 10 yıl daha geçti aradan. Yaşadığım sürece anılar devam eder, ne zaman ömür biter, anılar da o gün sona erer. O nedenle bu işi bir yerde noktalamak gerekiyordu. Ben de emekli olduğum gün bitirmeyi planlamıştım, öyle de yaptım.” diyerek belirtse de söz konusu Rauf Hoca’ysa, ondaki bu yazma aşkı ve hayat coşkusu devam ettiği sürece sürprize her zaman hazır olmak gerekir. Zaten anılarını tamamladıktan sonra da boş durmuyor. 3 yıl içinde tamamlamayı planladığı “Sorgun’dan Yetişen Ünlüler” adını taşıyacak bir kitap üzerinde halen yoğun bir şekilde çalışıyor. Kendisine şimdiden kolaylıklar diliyorum. Allah, hocamıza sağlıklı uzun ömürler versin ki bizler de bu güzel eserlerin devamını okuyabilelim.

“Anılar”a tekrar dönecek olursak; eminim ki seriyi henüz okumayanlar “Bir insan kendi hayatı üzerine 1439 sayfalık koca üç ciltte ne anlatabilir, ne yazabilir?” diye sormaktan kendilerini alamayacaklardır. Zira birisi bize kendiniz hakkında bir şeyler yazın dese bırakın üç cildi, üç sayfayı bile bir anda çıkarmak kolay iş değil. Bunu düzenli yazı yazma pratiği olan biri olarak itiraf ediyorum.

Rauf Hoca birinci cildin önsözünde bu yola neden çıktığını şöyle izah ediyor: “Çıkış noktam, sade insanların da anlatılacak bir hikâyelerinin olduğu düşüncesi idi. Onların da sevinçleri, kederleri, kin ve nefretleri, hırs ve tutkuları, aşk ve sevgileri, içinden geldikleri inançları, gelenek, görenek, adet ve töreleri, velhasıl yaşamın her türlü iniş ve çıkışları vardı ve bu insana özgü durumlar, onlar için yazılmaya değerdi.”

Kısaca hatırlayacak olursak; ilk cilt 1800’lü yıllara kadar giderek Sorgun’un tarihine ışık tutuyor, sonrasında da Prof. Dr. Rauf Yücel’in birkaç kuşak öncesinden başlayarak ailesini konu alıyor ve de Rauf Hoca’nın doğumundan liseyi bitirdiği 1958 yılına kadar olan döneme odaklanıyordu. İkinci cilt ise Rauf Hoca’nın üniversite yolculuğuna çıkışıyla başlayıp, doçent oluşunun sonrasında 1977 yılında İstanbul Üniversitesi’ne tayin oluşuna kadar geçen yaklaşık 20 yıllık süreci kapsıyor. Rauf Hoca ikinci cildin önsözünde: “Bu ciltte yazdıklarım bir ölçüde olgunlaşma dönemini, yani üniversite eğitimi, Adana’da ilk meslek yaşantım, askerlik, evlilik, yurt dışında doktora yapma ve döndükten sonra kurulmakta olan Fırat Üniversitesi’ndeki altı yıl süren görevimi kapsamaktadır” diyerek bu cildin içeriğini de özetliyor.

Not: İlk iki ciltle ilgili değerlendirme yazılarıma aşağıdaki bağlantılardan ulaşılabilir.

http://sorgundusuncekulubu.com/?p=61

http://sorgundusuncekulubu.com/?p=2351

Rauf Hocamızın Nisan 2014’te başlayıp Haziran 2016’da bitirdiği üçüncü cilt 78 yıllık ömrünün son 39 yılına yani tamı tamına yarısına ışık tutuyor. Bu sebeple önceki iki cilde göre daha kapsamlı. Rauf Yücel önsözde üçüncü cildin kapsamı hakkında şunları söylüyor: “Acıları, kederleri, sevinç ve coşkularıyla 40 yıla yaklaşan bir zaman dilimi. Bu zaman diliminde hatırlayabildiğim kadarıyla benim için olaylar, yine kronolojik sırayla anlatılmaya çalışıldı. Ailem, iş arkadaşlarım, çalıştığım fakülte ve üniversite çevresi ile bu dönemde ülkemizde yaşananlar bu cildin ana konularını oluşturdu.”

3. cilt, üslup ve yazım tekniği olarak ikinci ciltle çok benzeşiyor. Yani, Rauf Yücel yaşadıklarını kronolojik sırayla anlatırken, ara pasajlar halinde ülke ve dünya gündemini etkileyen tarihi, siyasi ve ekonomik vb. olaylar hakkında kendi perspektifinden notlar düşüyor. Bu notların Rauf Hoca’nın dünya görüşünü anlama adına önemli olduğunu düşünüyorum.

Önceki iki ciltten çok alışık olduğum ve beni artık hiç şaşırtmayan sıra dışı hafızası bu ciltte de kendisini gösteriyor. Zihni, kitapta bahsi geçen olayları sanki anlık olarak fotoğraflamış ve albümler halinde kataloglayarak hafızaya kaydetmiş. İsimler, yerler ve olaylar o netlikle hatırlanıyor ve tasvir ediliyor. Tasvirlerin ustaca olduğunu da özellikle belirtmek isterim. Bu, anlatılanların zihninizde canlanmasını kolaylaştırırken, anlatıma da akıcılık kazandırıp, okumayı kolaylaştırıyor.

Bu kadar hacimli bir eserle ilgili söylenecek elbette çok şey var. Lakin ben bu ciltte dikkatimi en çok çeken iki şeye özellikle vurgu yapmak istiyorum. Birincisi Rauf Hoca’nın hiç bitmeyen yeni yerler görme ve dünyayı tanıma aşkı (ki bu hiç durulmadan son sürat devam etmektedir); ikincisi ise bir üniversite hocası olarak mesleğine kazandırdığı farklı yaklaşımlar ve kendine has eğitimciliği.

Seyahatler bu ciltte o kadar geniş yer tutuyor ki, zaman zaman bir seyahat günlüğü ya da bir seyahatname okuyormuş hissine kapılıyorsunuz. Rauf Hoca, tam bir modern zaman seyyahı. Beş farklı kıtadan onlarca ülkeyi, hele de yoğun bir iş hayatının arasında üşenmeden gezip görebilmek, her babayiğidin öyle kolayca yapabileceği bir şey değil. Sadece vereceğim şu iki örnek onun nasıl bir seyahat tutkunu olduğunu anlatmaya yeter sanıyorum: İlki 2004 yılında yani 65 yaşındayken kendi kullandığı otomobille İstanbul’dan eşi Işık Hanımla birlikte yola çıkarak 43 günde tam 15.000 kilometre yol yapıp 20 ülkeyi gezdiği Avrupa turu. Bir sonraki yıl, yine eşiyle birlikte otomobil sırtında bir ay süren 7.000 kilometre yol yaptığı Türkiye turu. Fazla söze hacet yok sanıyorum. Dünya üstünde buna cesaret edebilecek çok az insan vardır. Onca riski, tehlikeyi, zorluğu, yorgunluğu göze alıp bu işlere kalkışmak sadece merakla izah edilemez sanıyorum. Bunun için insanın ruhunda seyahat etmek için çok güçlü bir aşk ve tutku bulunması gerekir. Bu da Rauf Hoca’da fazlasıyla mevcut.

Rauf Hoca’nın seyahat anlayışı da kendine has. Öyle gidip bir ülkenin tarihi ve turistik yerlerini görmekten ibaret kuru bir merak değil. Son derece sosyal bir insan olduğu için gideceği yerde bir tanıdık varsa mutlaka onlarla önceden temas kurup işin içine dahil ediyor. Bunun yanında gezileri sadece turistik boyutta bırakmayıp gittiği yerde mutlaka bir meslektaş bulup fakülte vb. ziyaretleriyle mesleki açıdan yeni şeyler görmekten ve öğrenmekten geri durmuyor. Dahası da var. Gittiği yerde Türk büyükelçiliği vs. kurumlar varsa onlarla da temas kurup, tanışıp görüşmeyi ihmal etmiyor. Uzun lafın kısası, bu seyahatler dolu dolu ve verimli geçiyor. İnsanın keyif aldığı bir şeyi yaparken yeni şeyler öğrenmesi ne güzel. Yeri gelmişken, Rauf Hocamızın – her ne kadar mesleğini çok sevmiş ve başarılı olmuşsa da – yanlış meslek (!) seçmiş olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Farklı ülkeleri görmeyi, farklı kültürleri tanımayı tutku derecesinde seven, iletişim becerileri gelişmiş son derece sosyal, medeni cesareti ve öz güveni yüksek bir birey olarak hariciyede diplomat olsaymış sanırım hem kendi adına hem de ülkemiz adına çok daha verimli olurmuş. Bunu da hocamızın hoşgörüsüne sığınarak âcizane ifade etmiş olayım.

Yukarıda değindiğim gibi Rauf Hoca’nın dikkat çeken diğer bir özelliği de akademik çalışmalarda ve eğitim/öğretimde uyguladığı farklı yöntemler ve çalışmış olduğu fakültedeki yenilikçi yaklaşımlarıdır. Hayat boyu öğrenme prensibini benimsemiş, yenilikleri takip eden, yeni teknikleri araştırıp öğrenen, mesleki alanda sürekli yeni bilgilerle kendini güncelleyen ve öğrendiğini meslektaşları ve öğrencileriyle paylaşmayı vazife edinen, dini jargonla ifade edecek olursak, bildiğinin/öğrendiğinin zekatını veren; özetle bulunduğu pozisyonun ve almış olduğu unvanların hakkını layıkıyla veren, rol model olarak gösterilecek örnek bir bilim adamı Rauf Hoca. Kitaptan yaptığım aşağıdaki alıntılar onun bu özellikleri hakkında daha net fikir verecektir:

“Almanya’da gördüğüm sistemi, yani teorik dersleri slayt göstererek anlatma işini, Avcılar’a taşındığımızda, ben de uygulamaya başlamıştım. Yıllardan beri biriktirdiğim ilginç olguların renkli slaytlarını, yine önemli olguların röntgen filmlerinin yansılarını konularına göre sınıflandırmış ve ders materyali olarak düzenleyip oldukça zengin bir arşive sahip olmuştum.

Dersin sonunda birkaç slayt ile ülkemizden ya da gittiğim değişik ülkelerden manzaralar da göstererek, öğrencilerimizin ilgisini çekmeye çalışır ve belki de gezip görme konusunda onların meraklarını uyandırırdım. Böylece derslerimde öğrencinin ilgisini canlı tutmak ister, gerektiğinde konuya ilişkin anekdotlar ve başımdan geçen ilginç anıları naklederdim. Ders arasına serpiştirdiğimiz böyle şeyler, öğrencinin müthiş ilgisini çeker, hemen canlanırlar ve sizi dikkatle dinlemeye başlarlar.

Bilimsel yazıların ayrı bir üslubu, ayrı bir yazım tekniği vardır. Bu iş zamanla kazanılan bir beceridir.  Ben anabilim dalımızdan hatalı bir tez ya da bilimsel bir yazı çıkmasını hiç arzu etmezdim. O nedenle diğer arkadaşların yönettiği tezleri ya da yayınlayacakları bilimsel bir makaleyi de çoğu kez gözden geçirir, gerekli önerileri ve düzeltmeleri yapmış olurdum. Bu, benim için anabilim dalı başkanı ve kıdemli hoca olmamın bana yüklediği bir sorumluluk diye düşünürdüm.

Avrupa ve Amerika’da gördüğüm akademik anlayış ve düzeni, bizim anabilim dalımızda da uygulamak istiyordum. Neydi bunlar? Cerrahi kliniğine getirilen bütün hastalardan, yapılan tedavi ve operasyonlardan, çekilen röntgen filmlerinden ve kürsüdeki her türlü etkinlikten anabilim dalının tüm akademik personeli bilgi sahibi olmalıydı. Ayrıca, Dekanlık’tan gelen duyuru ve tamimlerden de herkes haberdar olmalıydı.

Ayrıca her araştırma görevlisinin doktorası bitinceye kadar her yıl bir seminer verme zorunluluğu bulunduğu için seminerler de yıl içinde dağıtılarak bu toplantılarda sunuluyordu. Böylece anabilim dalımızda ciddi bir akademik ortam sağlanmış oluyor ve aynı zamanda genç araştırma görevlileri toplum önünde konuşma ve bilimsel bir sunum nasıl yapılır, onun becerisini kazanıyorlardı. Bizdeki bu uygulamalar giderek diğer klinik anabilim dallarına da örnek olmuştu.”

Rauf Hoca’nın bu ciltte sıkça değindiği konulardan biri de özellikle YÖK sonrası dönemde üniversite camiasında yaşanan yozlaşmadır. Akademik ünvanların hak edilmeden bol keseden dağıtılması, çifte standartçılık, adamına göre muamele, haksız uygulamalar (kendisi de böyle haksız bir uygulamaya takılarak hak ettiği halde profesörlük kadrosuna 6 yıl sonra atanabilmiştir), kanunsuzluklar, çıkar çatışmaları, makam/mevki için insanların düştüğü durumlar, üniversiteyi bir akademik kurumdan ziyade ticarethane olarak gören tüccar zihniyet, eğitimin kalitesini artırmaya dönük çabaların yetersizliği, nitelik yerine niceliğin öncelenmesi, insana değer verilmemesi vb. birçok sorundan oldukça muzdariptir. Karşılaştığı güçlüklere, önüne çıkarılan zorluklara rağmen o pes etmek ya da gemiyi terk etmek yerine kalıp mücadele etmeyi seçmiş ve emekli olana kadar bu sorumlulukla hareket etmiştir. Neme lazımcılık yapabileceği birçok konuda risk alarak öne çıkmayı tercih etmiştir. Üniversitenin Avcılar kampüsünün inşaatının gecikmesinden dolayı herkes üç maymunu oynarken onun kariyerini tehlikeye atma pahasına (askeri darbeyle iş başına gelmiş) Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e doğrudan mektup yazma cesareti göstermesi ve bu sayede tüm süreci değiştirmeyi başarması bunun en güzel örneklerindendir. Şunu da özellikle söylemek gerekir ki, Rauf Yücel, ilkelerinden taviz vermektense arkadaşlarını üzmeyi hatta kaybetmeyi göze alacak kadar doğrucu bir adamdır. Önsözde de ifade ettiği gibi Hak’tan ve haklıdan yana olmayı hayat düstüru edinmiş ve öyle de yaşamış.

Rauf Hoca, akademi dünyasına dönük haklı eleştirilerinin yanında özeleştiri yapmaktan da geri durmaz. Aşağıdaki alıntılar oldukça sert ve ağır özeleştiri içermektedir:

“Hiç durmadan yeni üniversite ve fakülte açmakla kaliteli meslek adamı yetişmiyor. Ben de dâhil, çoğumuz yarı cahil, yarım bilgili, işinin ve mesleğinin ehli olmayan, kendisini akademisyen ve allame sanan bir yığın insan kalabalığı… Böyle mi kalkınacağız, böyle mi çağı yakalayacağız?

Şimdi samimi olarak kendime soruyorum. Anı yazmak benim asli işim mi? Benim konumumdaki gelişmiş bir ülkenin profesörü, emekliliğinde oturup meslek kitabı yazıyor. Kırk elli yılın birikimini o kitaplara yansıtıyor ya da bilimsel toplantılarda mesleki seminerler, konferanslar veriyor. Biz ne yapıyoruz emekli olunca? Ya kendimizi deniz kenarındaki bir beldeye atıp benim gibi böyle boş işlerle uğraşıyor, ya da kulüp ve lokallerde kâğıt oynayıp vakit geçiriyoruz. İşte geri kalmış bir ülkenin tipik, sözde âlim ve entelektüeli! Ört ki ölem…”

Kitapta almak isteyecek için daha bir çok hayat dersi var ama hepsinden bahsetmeye bu yazı yetmez. Ben son olarak, Rauf Hoca’nın dostluk anlayışına değinerek kalan kısmı okuyucunun merağına bırakıyorum. Rauf Yücel’in, insana değer veren, kadirşinas bir kişiliğe sahip olmasından dolayı, yolu bir şekilde kesiştiği birçok kişiyle makam/mevki gözetmeden bağını koparmayıp bugünlere getirmeyi başarması takdire şayan bir meziyet. İlişkilerin yapaylaştığı ve yüzeyselleştiği, arkadaşlıkların çıkara endekslendiği, hakiki dost bulmanın neredeyse imkânsızlaştığı günümüz dünyasında Rauf Hoca’nın bugünlere taşıdığı köklü dostluklar onun en büyük serveti olsa gerek.

Prof. Dr. Rauf Yücel’in “Sorgun’da Çıktım Yola” adlı üç ciltlik hayat hikâyesi, dolu dolu yaşanmış bir ömrün süzgecinden geçmiş, altın değerinde dersler içeren paha biçilmez birçok tecrübe barındırıyor. Eseri anlamlı hale getiren de bu yönüyle çok zengin oluşu. Biz Sorgun Düşünce Kulübü ailesi olarak, değerli büyüğümüz Rauf Yücel Hocamızın yedi yılda tamamladığı bu kıymetli çalışmasını başından beri çok önemsedik ve ne mutlu ki her üç cildi de ayrı ayrı dosya konusu halinde inceleyip değerlendirdik. Rauf Hocamız sağ olsun, bizim ilgimize hep misliyle mukabele edip çalışmalarımızı yakından takip etti ve destekledi. Bununla da yetinmeyip anılarının son cildinde bizlerden de bahsetme inceliği gösterdi. Kendisine çok teşekkür ediyor, kurmuş olduğumuz dostluğun Allah ömür verdikçe devam etmesini diliyorum.

 

Abdullah ALPAYDIN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ  

Author: sevare