Proje Çocuklar

Eskinin çocukları bugünün bir çok imkanından yoksundu. Belki biraz da mecburiyetten tasarruf ve kanaat odaklı olarak yetiştirilirler, az şeyle mutlu olmayı öğrenirlerdi. Kişiler arası ilişkiler, bireylerin karşılıklı güven ve samimiyeti esasına dayandığı için daha sahiciydi. Bundan dolayı sokaklar daha güvenilir mekanlardı. Mahalle kendi otokontrolünü sağlar, büyükler sadece kendi çocuklarını değil diğer çocukları da korur, himaye ederlerdi. Çocuklar ebeveynlerinden daha az ilgi görürlerdi ama bir o kadar da özgürdüler. Kendi başlarına okula gider gelir, özgürce sokağa çıkıp arkadaşlarıyla oynarlardı. Çocuğun sosyal gelişimi ev, sokak ve okul üçgeninde daha sağlıklı ve dengeli şekilde sağlanırdı.

Çocukların başarılı olmaları teşvik edilir ama başarı her şeyin üstünde görülmezdi. Aynı sınıfta okuyan komşu çocuğu, alt edilmesi gereken bir rakip olarak değil arkadaş, hatta kardeş olarak görülürdü. Başarıdan ziyade iyi karakterli ve düzgün insan olmak; halk ifadesiyle “adam olmak” daha fazla önemsenir ve değer görürdü.

Eskinin toplumunun sorunsuz ve ideal bir toplum olduğunu iddia etmiyorum elbette. Lakin bugünle karşılaştırdığımızda, geçmişte başa çıkılması gereken daha az sorun vardı.

Bugünün çocuğunun içine doğduğu dünya, eskiyle karşılaştırıldığında sayısız imkan ve zenginlik içeriyor. Lüks evler, arabalar, teknolojik araçlar, envai çeşit oyuncaklar… Velhasıl geçmişe göre oldukça konforlu bir dünya bizimkisi. Konforlu olduğunda şüphe ama ne kadar insani, ne kadar doğal? Bu soruya olumlu cevap verebilmek pek mümkün görünmüyor.

Özellikle şehirlerde çocukların yaşantısı içler acısı. Yukarıda bahsetmiş olduğum eski zaman şartlarında büyümüş bizim kuşak kendi çocuklarına hayatı zindan ediyor ne yazık ki! Bizler, dünün görece özgür şartlarında yetişmiş bireyleri olarak çocuklarımızın hayatını ipotek altına almış durumdayız ve neredeyse hayatlarının her bir anı kontrolümüz altında olsun istiyoruz. Sokağa güvenmediğimiz için çocuklarımızı kendi başlarına sokağa gönderemiyoruz. Güvenilecek bir sokak da kalmadı zaten. Çocuklara yönelik suç oranın da had safhaya ulaşmış olması bu güvensizliği tetikliyor. İnsanlara güvenemiyoruz çünkü birbirimizi yeterince tanımıyoruz. Tanımak için çaba da göstermiyoruz. İnsan tanımadığının düşmanıdır derler ya, tanımayınca sevemiyoruz da…

Güvenlikli sitelerde yaşayanlarımız bile çocuklarını gönül rahatlığıyla dışarı gönderemiyor. Okul ve çevresi de eskisi kadar güvenli bir mekan olmadığı için çocuklarımızı okula ya kendimiz götürüp getiriyoruz ya da servislerle gönderiyoruz. Kısacası evin dışında hiçbir mekanı çocuklarımız için güvenli bulmadığımız için çocuklarımıza evlerimizde bir nevi hapis hayatı yaşatıyoruz. Odalarında, bilgisayarları ve oyuncaklarıyla kendi başlarına yaşamaya mahkum ettiğimiz çocuklarımızın asosyal ya da içe kapanık olduğundan şikayet ederken, “Yediği önünde, yemediği arkasında, bu çocuk niye böyle oldu?” diye serzenişte bulunmaktan da geri durmuyoruz.

Birey ve toplum boyutunda yaşanan (geri dönüşü artık çok zor görünen) değişimler sebebiyle bugünün toplumu, eski ifadeyle “kahir ekseriyetle” maddiyat ve çıkar odaklı olmuş durumda. Toptancı bir yargıya varmayı doğru bulmamakla birlikte günümüz dünyasında, her şeye sahip olmak arzusuyla gözü dönmüş egoist bireylerin sayısı azımsanamayacak düzeyde.

Her şeyin en iyisi, en büyüğü, en gösterişlisi, en lüksü, en konforlusuna sahip olma gayesiyle hayatlarını ziyan eden acınası insanlar güruhu olduk maalesef. Çocuklarımıza yaklaşımımızı da bu takıntılarımız belirliyor. Öyle ki, onları da sahip olduğumuz diğer metalar gibi algılayıp, her alanda en başarılı bireyler olmalarını sağlamak için müthiş bir baskı kuruyoruz üzerlerinde… Eğitim sistemimizin anlamsız ve bir türlü bitmeyen sınavlarla boğduğu çocuklarımızın sırtlarına bir o kadar da biz yük bindiriyoruz. En başarılı öğrenci, en başarılı sporcu, en başarılı sanatçı vb. her alanda en başarılı olmak gibi irrasyonel hedeflerin altında eziyoruz onları. Çünkü, kendimiz ve onlar için hayal ettiğimiz hedefleri gerçekleştirmek için çok başarılı olmaları; en iyi okullardan mezun olup, bu sayede en çok para kazandıran meslekler edinerek, en kısa zamanda refaha kavuşmaları gerekiyor. Mutluluk mu? O bu süreçte önemli değil. Para nasıl olsa mutluluğu da satın alır (!)

Kısacası, sanki birer proje olarak görüyoruz çocuklarımızı. Onların başarısı bizim başarı hanemize yazılacak varsayımıyla hareket ediyoruz. Çocuklarımızı kendi çevremizle yürüttüğümüz rekabete kurban ederken gözümüzü bile kırpmıyoruz. Onlar başarınca biz de başarmış olacağız, böylece bizim sosyal statümüz de yükselecek diye düşünüyoruz. Tabi olarak, başarısızlıklarını da kendi hanemize yazılmış bir yenilgi olarak algılıyoruz.

Bunlarla da yetinmiyor, geçmişte hayal edip başaramadığımız ya da elde edemediğimiz ne varsa onları da çocuklarımız üzerinden elde etmeye çalışıyoruz. Geçmiş başarısızlıklarımızın hesabını da onlar üzerinden görmeye çalışıyoruz.

Çocuklarımız üzerinden yaptığımız tüm bu mücadele “Ben yaptım, bu benim eserim!” diyebilmek için sanki. Amaç buysa başardık; şimdi eserimizle gurur duyabiliriz (!)

İşin acı tarafı, onlara yaptığımız bunca kötülüğü “Tüm bunları onların iyiliği için yaptığımız” iddiasıyla haklılaştırıyoruz. Bu sayede, suçluluk duygusunu da bastırmış oluyoruz.

Başarıya tapan, başarıyı en üstün değer olarak gören ebeveynlerin yetiştirdiği çocuklar sağlıklı gelişebilir mi? Elbette, hayır! Bu yüzden, psikiyatrlar, psikologlar sorunlu çocuklar üzerine çalışırken ilk olarak çocuk-ebeveyn ilişkilerine odaklanır, sorunun kaynağını ilk olarak orada ararlar. Çünkü sorunlu çocuk yoktur, sorunlu ebeveyn vardır. İşin aslı şu ki; çocuk ebeveyninin müsaade ettiği kadar sağlıklıdır.

Abdullah ALPAYDIN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Author: sevare