Sevgi İsrafı

İsraf denilince akla gelen ilk şey hep ekmek olmuştur. Belki de en somut ve en temel besin maddesi olduğu için sürekli gündemde kalmıştır. Ancak insan hayatını etkileyen her şey bu konu çerçevesinde değerlendirilmeli. Bu yüzden hayatımızı etkileyen en temel kavram üzerinde duracağım. Sevgi israfı…

Birkaç gün önce yaşadığım iki olay bu konu üzerinde durmama neden oldu: Emre BAY isminde mezun öğrencimizin bir çalışması…  Sosyal duyarlılık adına önemli çalışmalarda bulunan bu öğrencimiz, henüz üniversiteyi bitirmemiş olmasına rağmen çok az kişi ve kurumun yapabileceği çalışmalara imza atıyor.

Bu çalışma çerçevesinde çalıştığım kurumda bir etkinlik düzenledi. Hedefi, öksüz ve yetim çocukların yaşam enerjilerini besleyici faaliyetler düzenlemek… Bir aile ortamında yaşamasına izin verilen bu çocuklar için bazı gezi ve organizasyonlar düzenleyerek, bir nebze de olsa bu çocukların anne ve baba boşluğunu doldurmaya çalışmak…

Çocukların, okuldan gönüllü ablaları da yanlarındaydı. Kantinde uzunca bir masa oluşturuldu ve ablaların kendi elleriyle yaptıkları yiyeceklerin çocuklara ikramı için hazırlıklara başlandı. Öğrencimle sohbet ederken bir anda çığlıklarla irkildik. Altı tane çocuğun “Emre abii” diye bağırarak koştukları yöne döndük. 6 ve 7 yaşlarındaki bu çocukların sevgileri seslerinden fışkırıyordu.  Sarıldılar… Arkada kalan, öndekini iterek Emre’ye, sevildiğini göstermek ve sevgisini belli etmek için kalabalığı yarıyordu.

Emre bir planlama yapmıştı. Yiyecekler hazırlanana kadar onlarla balonlar şişirilecek, sonrasında spor salonunda maç yapılacak, kısa bir müzik ziyafeti eşliğinde yemekler yenilecek ve sohbet edilecekti.

Balonları şişirmeye başladılar. Çocuklar, bir taraftan hazırlık yapan öğrenci ablalarını oyuna dâhil etmek adına sürekli ısrar ediyorlardı. Bir süre uzaktan izlemeyi tercih ettim. Ama dayanamadım. Ben de aralarına katıldım.

Birisi hemen bana sarıldı. O sarılmayla irkildim. Oğlumun sarılması gibiydi. Başını omzuma koydu. Sıkı sıkı sarmaladı beni. Sarsıldığımı hissettim. Bir açlığı duydum o anda. Sevgi açlığı vardı. Baba açlığı vardı. O anda bende gidermek istedi. İki eliyle yanaklarımı okşadı. Balonla oynamaya çağırdı. Ve başladık birlikte oynamaya. Dikkat çekici hareketler sergileyerek onaylamamı istiyordu. “Abi bak şimdi ne yapacağım?” diyerek dikkatimin üzerinden ayrılmasına izin vermiyordu.

Bir taraftan “Bunların sarılacak bir anne ve babaları yok”  düşüncesi beni derinden sarsıyordu. Bu anları yaşamadan yaklaşık 6 saat önce babama sarılıp, yolcu etmiştim. Onların ne yolcu edecek babaları ne de eve gittiklerinde sarılacak anneleri vardı.

Daha fazla dayanamadım. Uzaklaşmak istedim ve uzaklaştım. Ama “Bir annenin kokusunu alamamanın çaresizliğini nasıl aşıyorlar?” diye kendime soramadan edemedim. “Bir annenin sıcaklığını hissedememek nedir?” sorusuna karşılık “ekmek” isimli kısa bir film aklıma geldi. Yıllar önce mesai arkadaşım olan Muaz Ete tarafından senaryosu ve oyunculuğu yapılan bir kısa film sahnesi canlandı zihnimde.

Kısa film; kimsesizler yurdundaki yaşantıyı konu alan, sekiz dakikalık bir çalışma. Akşamdan, kahvaltı için, fırından yeni çıkmış sıcak ekmek getiriliyor. Ancak her sabah sepette bir ekmek eksilmiş olarak bulunuyor.  Bu durum her gün olunca yurt idaresine bildiriliyor. Çalışana, yönetim tarafından tespit edilmesi için görev veriliyor.

Birkaç günlük takipten sonra ekmeği alan çocuk tespit ediliyor. Yurda yeni gelen, anne ve babasını kaybeden bir çocuk… Ancak her hangi bir işlem yapılmıyor. Çünkü eksilen şey sadece ekmek.

Yurt görevlisini uyku tutmuyor. Mutfağa gidiyor, ekmek sepetindeki eksiği fark ediyor.  Ve bir ekmek yine eksilmiş. “Yemeğini de yiyen çocuk neden bunu alır?” sorularıyla zihni meşgul bir halde yatakhaneye giriyor. Çocuğun yattığı ranzaya yaklaşıyor. Üstü kapalı bir şekilde görüyor çocuğu. Bir hışımla yorganı açıyor. Gördükleri karşısında gözbebekleri büyüyor. Görüntüde çocuğun ekmeğe sarıldığı sahne beliriyor… Anne ve babasını kaybetmiş, sıcaklığı, samimiyeti, içtenliği hayatın merkezine anneyi koyan çocuk, yokluğunu sıcak ekmeğe sarılarak gidermeye çalışıyor.

Bu iki sahne şu soruları sorduruyor insana;

Acaba sevgimizi nasıl kullanıyoruz?

Doğru kişiye mi sevgimizi veriyoruz?

Sevgiyi asıl vermemiz gereken şey ne?

Aracılarımız var mı?

Sevgimizin ne kadarı nesneye ne kadarı canlıya yönelik?

Vereceğimiz sevginin gelecekte onu ne kadar şekillendireceğinin farkında mıyız?

Bizden sonra onu ayakta tutacak şeyin sevgi olduğunu biliyor muyuz?

Ömür dediğimiz uzun cümlenin noktasının ne zaman konulacağını bilemeyiz. Ama bilmemiz gereken, bizden sonrakileri ayakta tutan şeyin gerçek ve doğru sevgi olduğudur.

Kapitalizm muhteşem bir pazarlama dilini kullanmaktadır. En çok tercih ettiği yöntem “Sevgini göstermenin tek yolu…” sloganıdır. Eşyayı pazarlamak adına en temel duygumuz suistimal edilmektedir.  Bazen içten bir bakış, bazen birkaç söz, bazen kaliteli zaman, bazen de sessizlik olan sevgi dilini nesnelere dönüştürerek en temel köprümüzü yıkıyorlar.  Alınan nesne ne kadar pahalı ve az bulunuyorsa o kadar sevdiğimizi formüle ettiler. İçten, temiz ve kaliteli geçirilen zamanların sevgi damlalarıyla bezenmiş hallerini unutturdular.

Sevginin, eşyalara sarılı bir şekilde takdim edilmesi bir israf değil midir? Bir insanın ihtiyacı olan şey sade ve maşasız sevgi değil midir? Bir tutacakla verdiğin şey aslında senden bir parça değildir. Senden olmayan ve nesne ile kendini gösteren şeyin daha fazlası da bir süre sonra istenecektir.  Bir mendille başlayan bu dil, lüks bir eve kadar gider. Çünkü kullandığın bu dil bir öncekinin gerisinde kaldığında mutlu etmeyecek ve seni değerli kılmayacak.

Belki bir ekmek israfı bizi birkaç öğün aç bırakabilir. Ya sevgi israfı?…

 

Recep DAĞDEMİR

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

http://www.youtube.com/watch?v=llRp497JqOg

 

Author: Yönetici