Tarih Bilinci

Bezm-i elest eleğinden elendim
Belî didim belâsına belendim

TÜRÂBΠ                                                                                                                                  

 

Şuur/bilinç dediğimiz kavram, insan için olan bitenin farkında olma durumunu ifade ediyor. Olanı biteni görme, şahit olma hali tek başına bilinç dediğimiz kavramı karşılamıyor. Zira bilinç dediğimiz zaman, “aslında ne oldu/oluyor” sualine cevap verebilme kudretini ifade etmiş oluyoruz. Aydınlanma denilen süreçler, aslında insana, olanın/olup bitenin ne idüğüne dair bir bilinç kazandırma çaba ve iddiası ile başlamıştır, denilebilir. Gelinen noktada, 17. ve 18. Yüzyıllarda Batı’da felsefe ve bilim alanında ortaya çıkan ve günümüze dek katlanarak devam eden büyük gelişmelere, insanlığın bugün içinde bulunduğu ahvalden hareketle ve sürecin sonuçlarını değerlendirerek baktığımızda ne görüyoruz? Süreç, öncelikle Batı olmak üzere hepimizi aydınlatmış mıdır? Ya da arzu ve iddia edilen bilinç düzeyine erişmiş miyiz? Suali, zihnimizin bir köşesine, ihtiyaç olduğunda üzerinde düşünmek üzere, asarak devam edelim.

Tarih bilinci zaman kavramına yüklenen anlam ile doğrudan ilgilidir. Batı medeniyetinde zamanın doğrusal bir anlamı vardır. Tekrar eden değil sonsuza doğru akan bir süreç söz konusudur. Doğu medeniyetinde ise zamanın dairevi bir anlamı vardır. “Tarih tekerrürden ibarettir” sözü sanırım bu anlam ve algının bir işareti olmalıdır. Doğrusal bir zaman algısına sahip bir medeniyetin tebarüz eden en mühim özelliği elbette ki değişim olacaktır. Bu durumda tarihin, gelecek zaman için söyleyecek çok fazla bir sözü yoktur. İçeriği itibariyle tarih, bir eğlence, otantik hazlar sunan bir mahzen görünümündedir bu algı açısından. Döngüsel zaman algısına sahip bir medeniyet için ise tarih, sadece doğruları ile değil yanlışları ile de müstefit olacağımız eşsiz bir hazinedir. Müslüman bilincinin iki temel kaynağı olan “Kitap ve Sünnet”, bu bakımdan hayati bilgileri havidir. Kur’an’ın ilk muhataplarından kimi müşriklerin, Kur’an’ın geçmiş milletlere dair haberleri için “evvelkilerin masalları” * demeleri oldukça manidardır. O halde ikinci suali de zihnimizde bir yere asalım: Bizim zaman algımız nedir?

Zamana verdiğimiz anlam, hem geldiğimiz noktanın lehimize mi yoksa aleyhimize mi olduğunu, hem de tarih karşısında aldığımız tavrı belirleyecektir. Geldiğimiz yerin topyekûn insanlık ailesi için iyi bir yer olduğuna mutlak bir inanç besleyenlere söyleyecek bir sözümüz yok. Biz ahvalde bir sorun olduğunu düşünenlerle devam edelim.

Burada sormamız gereken bir soru daha var: Tarihi nasıl okuyacağız, ondan nasıl istifade edeceğiz? Müslüman bilincine göre tarih, Cenab-ı Hakk’ın kendisine eşyanın isimlerini öğrettiği ve onun bilgisi karşısında meleklerin bile aciz kaldıkları;** ilk insan ve ilk peygamber Hazreti Âdem ile başlar. Aydınlanmacı/evrimci nazariyeye göre ise, en ilkelden mükemmele doğru bir süreçtir tarih. Bulunduğunuz zamandan ne kadar önceye giderseniz ilkele dönmüş, ne kadar ileriye giderseniz de mükemmele yaklaşmış olursunuz. İlerici-gerici tabirlerinin de bu meyanda oldukça manidar olduğuna dikkat edelim. Bu bağlamda bir değerlendirme yaptığımızda, bize göre iyi ve kötünün, yeryüzünde insanlığın ilk varlığından itibaren hep yan yana olduğu, temel kaynaklarımızın buna Hak ve Bâtıl –mutlak doğru/iyi ve mutlak yanlış/kötü- dediğini bilir, tarihin Hak ile Bâtıl’ın mücadelesinden ibaret olduğu sonucuna varırız. Dairesel bir zaman algısı, yeryüzünde bazen Hakk’ın, bazen de Bâtıl’ın hüküm sürer halde olması gerçeği ile de tenasüp arz etmektedir. O halde bir soru daha: Tarihe bakışımız ve tarih bilincimiz özelinde; hayata, hadiselere ve âleme kendi temel kaynaklarımızdan yola çıkarak bir anlam verebiliyor muyuz? Yoksa başkalarının kavramları ile mi her şeyi anlamlandırıyoruz? Elbette ki bu suallerin cevabını bu yazının çerçevesi içinde tartışıp bir sonuca bağlamak mümkün değil. Ancak sual zihnimizin bir köşesinde duruversin, belki bir gün cevabını buluverir.

Konumuz özelinde, başkaları ve bizimle ilgili çok kabaca farklarımızı tespit ettikten sonra, bizim tarihe bakışımızı irdelemek istiyorum. Tarih bilincimizi, demek isterdim ancak maalesef bir tarih bilincimiz olup olmadığı hayli muvazaalıdır. Millet olarak tarihe bakışımızın iki temel yaklaşım etrafında kümelendiğini söylemek mümkündür. Birincisi tarihimizi bir faziletler evreni olarak gören yaklaşım. Diğeri de tarihimizi her türlü gerilik ve ilkelliğin hüküm sürdüğü bir devr-i sâbık olarak gören yaklaşım. Her ikisi de farklı noktalardan hareket etmekle birlikte aynı hastalıkla mâlül. Tarihimiz ne tamamıyla faziletler evreni, ne de derinliklerine indikçe ilkelliği/kötülüğü temaşa ettiğimiz bir kuyu. Tarihimiz doğruları ve yanlışları; faziletleri ve günahları ile kendisinden istifade ederek, geleceğe daha sağlam adımlarla yürüyebilmemize yarayacak bir bilgi ve güç kaynağı. Ama mutlaka, tarihte olan biteni kendi şartları/bağlamı içerisinde anlamak şartı ile… Kendi şartlarımızı veri kabul ederek tarihi okumaya/değerlendirmeye kalktığımızda, hem tarihe hem de kendimize haksızlık etmemiz kaçınılmazdır. Tarihimizin bilgi kaynağımız olması bakımından yaşadığımız badirelere hiç girmeyeyim. Elli yıl evvel yazılmış kitapları tercüme etmeden anlayamayacak durumda oluşumuz, sanırım meseleyi, anlamak isteyenler için vuzuha kavuşturuyor.

Son zamanlarda tarihimize yönelik bir merak ve ilgi olduğu aşikâr. Bunun birçok sebebi var. Mesela bir tanesi millet olarak içine düştüğümüz sıkıntılardan bir çıkış yolu ararken ihtiyacımız olan milli ruh ve heyecan arayışı ise, bir diğeri de her şeyi harcayıp tüketmeyi pek seven piyasanın, tarihi verimli bir kaynak olarak görmesidir. Tarihimizi, aslında ne olup bittiğini anlayacağımız bir bilinç düzeyine ereceğimiz şekilde öğrenmemiz, yaşadığımız büyük badirelerin sonucu olarak, biraz zor mudur? Evet, zordur, ancak kesinlikle imkânsız değildir. Hala arşivlerimizde, kütüphanelerimizde büyük bir hazine gün yüzü görmeyi beklemektedir. Lakin bunların sadece bir takım araştırmacılar tarafından incelenmesi sadra şifa olmaz, yeni nesillerin bundan istifade edebileceği kanalların açılması ve geçmişle bugün arasında yıkılan köprülerin behemehâl onarılması elzemdir.

Ancak biz hep işin kolayına kaçıyor, kendi kısıtlı tarih tasavvurumuzu bilinç sanma yanılgısına düşüyoruz. Daha da vahimi, kendi değerler sistemimizin (paradigma) hasılası olmayan ve onunla şekillenmemiş araçlar üzerinden bir bilinç inşasına girişiyoruz. Neil Postman’ın “Öldüren Eğlence: Televizyon” adlı kitabında anlattığı gibi özetle: “Televizyonun kendine has bir retoriği/dili vardır ve tabiatı gereği her şeyi bir eğlenceye dönüştürmek onun için bir zarurettir.” Dolayısıyla televizyon ya da türevlerinin dili üzerinden tarih bilinci oluşturmaya/edinmeye kalkmak tarih bilincine varacak yolları sarpa sardırmak olur.

Tarihimize karşı oluşan merakın bir neticesi olarak ortaya çıkan ve bugünlerde en çok izlenen televizyon dizisi olan “Diriliş Ertuğrul” ile ilgili bir birinin benzeri iki yaklaşımdan örnek vererek sözü hitama erdirelim. Birincisi, mezkûr diziyi izlerken yaptığım espri karşısında başka bir izleyicinin: “Sulandırıyorsun, ben bunu tarih gibi izliyorum.” şeklinde tepki vermesi. İkincisi ise, tarihi diziler sadedinde sohbet ederken, muhatabımın beni hayretler içinde bırakan şu cümleyi kurmasıdır: “Diriliş Ertuğrul”u çok severek izliyordum, ancak “Ertuğrul” ile düşmanını –hangisinden bahsettiğini hatırlamıyorum- bir yerde gülerek sohbet ederken gördüm, şevkim kaçtı.”

Bütün macerası: “Ben sizin rabbiniz değil miyim?”*** sualine verdiği: “Bela/evet” cevabıyla başlayan insanın, hayattaki duruşunu da sorulara verdiği cevaplar belirleyecektir. Şimdi zihnimize astığımız suallerin cevapları üzerine düşünebiliriz.

 

Şaban Çetin

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ 

         

                                                                                         

 

* Kur’an’ı Kerim 6/25

** Kur’an’ı Kerim 2/30-33  

*** Kur’an’ı Kerim 7/172

Author: sevare