Tekerlekli Dünya

Bu gün arife. Kurban bayramına bir gün kaldı. Ve yakınımızdaki hastanenin güzel kafeteryasında oturuyorum. Bir şeyler yazıyorum. Yazmaya dair mekânlarda keşfettiğim son nokta.  Bu kapalı sonbahar gününde rüzgâr brandalara çarparken tekerlek sandalyeli bir genç giriyor içeriye. Otuzlu yaşlarda. Moderniteye uygun giyiniş ve yaşam tarzı ilk bakışta fark ediliyor. Girişte gözleri bayanların oturduğu karşı masaya gitti. Birkaç saniye sanki birçok şeyi irdeleyen bakışlarla masaya yanaştı. Sandalye başka bir masaya gönderildi. O hep sandalyesi ile dolaşıyordu.

Gençti ve küpeliydi. Hayata dair bir itirazı, haykırışı, sorgulaması ve isyanı vardı bütün bakışlarında ve edasında…

Empati kurması bile insana zor gelen anlarda böyle bir yaşantıyla devam eden ömrü düşünemiyorum. Düşünmesi zor olan bir hayat. Ancak yaşayınca anlarsınız herhalde.

Bir ziyaretçisi vardı. Anlaşılan uzun zaman gelmemiş ziyaretine. Çok mahcup ve suçlu hissediyordu. Onu neşelendirmek adına yaptığı hamleler hep boşa gidiyordu. Kendince “sabır”ı telkin ediyordu. Ama nafile. Tekerlekli orada değildi. Onu çoktan aştım bakışlarını göremiyordu. Bu bir suçluluktu. Ziyaretçi görevini yapma hırsı ve heyecanıyla zorluyordu.

“Boş ver. Sen nasılsın?” sorusu kendine getirdi mahcup ziyaretçiyi. Bu soru rahatlatmıştı onu. “Beni kabul etti” hissi uyandı. İçinden saygısı bir kat daha arttı. “Aslında her gün uğrayabileceğim bir uzaklıkta iken kendime sürekli bahaneler buldum”. Bu bahaneleri, “Sen nasılsın?” sorusu ile utancını bir kat daha arttırdı.

“İyiyim” demekle yetinmek istedi ama olmadı. Başladı hayatın zorluklarından, işlerinin ters gitmesinden, patronun duyarsızlığından, çocuğun okul masrafından, eşinin bitmek bilmez isteklerinden, ulaşamadığı anne ve babasından…

Anlatmaya devam ettikçe rahatlıyordu. Ama bir şeyi unutmuştu. “Sen nasılsın?” sorusunu. Tekerlekli dinliyor ve hafif tebessümler savuruyordu. Kendine gelmişti. Esas zor durumda olan ve yalnız olan oydu. Ama onu görememişti. Bir görevli gibi geldiğini düşündü. Kızarmaya başladı.

Çok uzamıştı anlattıkları. Bu andan sonra “sen nasılsın” demeye cesareti yoktu. Dağıtmak istedi havayı. Çıkış yolu bulmak adına kıvranışlarını fark etti tekerlekli… Ama bir ders de vermek istedi. Çünkü sevdiği bu insanın duyarsızlığına bir anlam veremedi. O kazadan önce birlikte çok şeyler yapmışlardı. Yurtdışına bile gitmişler;  birlikte uzun süre biriktirdikleri paralarla dört ülke gezmişlerdi. Birbirlerinin nikâh şahidiydiler. O kaza her şeyi değiştirmiş. Ve yalnız kalmıştı.

“Çok zorlanıyorsun herhalde. Bu yükün altından nasıl kalkıyorsun kardeşim?” sorusuna “Çok zorlanıyorum” diyerek karşılık vermesi bir anda olmuştu. Anlamıştı. Sağlıklı olduğunu gördü. Arkadaşının yalnızlığı ve çaresizliğini o an hissetmişti. Duyarsızlığına hayıflandı. Bütün renklerin yüzünde dolaştığını düşündü.

Uzun süre sessizlik oldu. Bu sessizliği kim delecekti. Kızgındı kendine. Ama tekerlekli ilk adımı attı:

“Boş ver be dostum. Bazen anlamsızca değer yüklüyoruz bu hayata. Bu anı bir daha yaşayamıyoruz. Ve geçip gidiyor. Yaşamak için plan yapmaya gelmiyor. Plan yapmak değil. Yaşamak lazım o anı. Kurguladığın her şey beraberinde olmama ihtimali getiriyor. Olmadığı zaman hayal kırıklığı beliriyor. Hayal kırıklıkları seni öyle bir karamsarlık denizine itiyor ki çıkamıyorsun. Ne anını yaşama fırsatı buluyorsun ne de sahip olduklarının farkına varıyorsun. Kızacak bir zamanın yok. Anı yaşamadıkça hayattan zevk alamıyorsun.”

“Bak şu amcaya. Hastaneye geldiğinden beri sürekli kızgın. ‘Nasıl olur? Neden olmadı?’ diye diye her gün ziyaretine gelen dostlarını, torununu göremiyor. Sadece çetele tutuyor. Kim geldi kim gelmedi. Gelenlere bile iyi davranmıyor. Alttan alta laflar sokuyor. Gelenlere, ziyaretine gelmeyenlere sitemini serpiştiriyor. Anladığım kadarıyla başkaları için yaşayan birisiydi. ‘Başkası ne der?’ felsefesinde idi. Yıllarca böyle düşündüğü için yaptığı bu duyarlılığın karşılığını bekliyor. O yüzden kızgındı kendisine. Kendine ve ailesine zaman ayırmamıştı. Yaptıkları hep başkasının takdiri içindi. O takdirleri almıştı zamanında. Şimdikiyse ‘Sizin için kendimden geçtim. Neredesiniz?’ naralarıydı bunlar.”

Ziyaretçi, arkadaşının bu bilge duruşuna imrenmişti. “Ne oldu sana böyle?” diye soramıyordu. Her şey ortadaydı. Arkadaşı sadece düşünmeyi, kabul etmeyi, sahip oldukları ile yetinmeyi öğrenmişti. İnançlı biri değildi. Allah’ın varlığına inanırdı ama bu dünyada istediği gibi yaşamaya dair bir özgürlüğü olduğunu düşünürdü. Geldiği noktada bir dengenin olduğunu görmüş, İnşallah, Maşallah kelimeleri artmıştı. En önemlisi her yaşamın kendi içinde bir dengeyi, bütün yaşamların da kendi arasında bir ahengi barındırdığını görmüştü.

Bu noktada olması mutlu etmişti onu. Soru sormaya mecali yoktu. Teslim olmaktan başka çaresi yoktu. Mutlu gördü. Üstü mutlu, alt tarafı yaşamın zorluklarına meydan okurcasına çaresizdi. Ama tekerlekli sandalyesiyle dengeliyordu artık.

Öğreneceklerim var bu insandan. Beylik laflar eden çok insan gördüm. Hayata dair nakilci söylemleriyle ahkâm kesen bir çok insandan daha etkiliydi. Çünkü yaşadıklarından çıkardığı bir özetti bu. Karmaşıklığı gidererek özetlemişti yaşamı kendisine. Formüllerden uzakta, iki kere ikinin dört ettiği basitlikte. Üç bilinmeyenli denklemler içerisinde boğulmadan uzak bir yaşamı formüle etmiş.

Kendine döndü ziyaretçi. Ama cesaret edemedi. Sorgulayamadı. Şu anda bunu yapmak bile çok ağır gelecekti. Öteledi. “Sonra” dedi kendi kendine. Ve sonraya bıraktı.

Ayrıldı oradan. Arabayla geldiğine kızdı. Biraz düşünmek için yürümek istedi. Ama arabası oradaydı.

Bıraktı arabasını.

Yürüdü. Yürüdü. Yürüdü…

Ve düşünmeye başladı…

 

Recep DAĞDEMİR

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Author: Yönetici