Medeniyet ve Kimlik Bilinci

Günümüz Türkiye toplumu, Doğu’yla Batı arasına sıkışıp kalmış durumda. Bu da aslında önemli bir kimlik bunalımı doğurmakta. Toplumun bir kısmı Cumhuriyeti bir milat kabul edip, bu dönemde gerçekleştirilen-büyük oranda Avrupa kaynaklı-reformları benimseyip kendisini Batılı değerlerle özdeşleştirirken; diğer kısmı da Cumhuriyet öncesi döneme daha fazla aidiyet hissediyor ve Türkiye’nin yerinin İslam dünyasında olduğunu düşünüyor. Bu durum kaçınılmaz olarak bir toplumsal ayrışma doğururken; birbirlerinin değer yargılarına kuşkuyla bakan, birbirlerine karşı kalıplaşmış belli ön yargıları aşamayan, birbirlerini anlama çabası içinde olmayan bireylerden müteşekkil bölünmüş bir toplum ortaya çıkarıyor.

Burada bir parantez açarak, Osmanlı-Batı ilişkilerine kısaca değinmek istiyorum. Osmanlı’nın, kuruluşundan beri sadece İslam coğrafyasına değil Avrupa’ya da hakim olma gayesi güttüğü, bu gaye doğrultusunda mücadele ederek Avrupa’da önemli bir toprak büyüklüğüne ulaştığı, hatta uzun yıllar Avrupa’nın süper gücü olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki, İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman gibi padişahlar kendilerini sadece Osmanlı sultanı olarak görmediler ve aynı zamanda Roma imparatoru olma iddiasını taşıdılar. Bu sayede Osmanlı, Avrupa devletleri arasındaki siyasi ve iktisadi güç dengesinde belirleyici unsur oldu. Bu dönemde Avrupalı ulusların önemli bir kısmı Osmanlı tabiiyetine girerek, Devlet-i Aliyye’yi tarihte benzeri görülmemiş çok dinli, çok uluslu ve çok kültürlü bir yapıya dönüştürdü. Kısacası, Osmanlı’nın Batı’yla ilişkisinin kökleri çok derindedir. Lakin, burada şu ayrımı doğru yapmak gerekir: Batıyla etkileşmek ayrı, Batılılaşmak ayrı olgulardır. Osmanlı’da Batılılaşma/modernleşme çabalarının tarihi sanılanın aksine Cumhuriyet dönemiyle sınırlı olmayıp iki yüz yılı aşan bir geçmişe sahip. Cumhuriyet döneminde uygulamaya konulan birçok değişikliğin/yeniliğin fikri alt yapısı 19. yüzyılda oluşturulmuş durumda. Hatta birçokları için ezber bozacak belki ama köklü modernleşme faaliyetlerinin önemli bir kısmı, son dönemin en İslamcı padişahı olarak bilinen Sultan 2. Abdülhamid döneminde gerçekleştirilmiştir.

Bu tarihi hakikatleri bir yana koyup, giriş bölümünde değindiğimiz meseleden devam edecek olursak; bugünkü toplumumuzun büyük çoğunluğunun geçmişi ve tarihiyle kurmuş olduğu ilişkinin yüzeysel ve sorunlu olduğunu söyleyebiliriz. Tarihimize bakışımızı ideolojik şartlanmışlıklarımız belirlediği için tarihten anladığımız hamaset ve düşmanlığın ötesine geçemiyor ne yazık ki. Resmi tarih anlayışının ve tarih öğretimi müfredatının da buna çokça hizmet ettiğine değinmeden geçmemek lazım.

Kabul etmek gerekir ki, geçmişiyle sağlam bir bağ kuramayan toplumların/milletlerin sağlıklı bir tarih bilinci geliştirmelerinden de söz edilemez. Tarih bilinci aynı zamanda kimlik bilinci demektir. Tarih bilinci; kim olduğumuzun, nereden geldiğimizin, bizi bizi yapan değerlerin, kısacası medeniyetimizin yüzlerce yıllık birikiminin idrakında olmaktır. Tarih bilinci gelişmemiş toplumların bugünlerini doğru anlamlandırmaları ve güçlü bir gelecek inşa etmeleri düşünülemez.

Öyle anlaşılıyor ki, bugün geldiğimiz noktada Türk toplumunun sahih bir tarih ve medeniyet bilinci geliştirmesinin ve mevcut bölünmüşlüğü ortadan kaldırmasının yolu, günümüzün hakim medeniyeti olan Batı medeniyetiyle olan etkileşimini doğru konumlandırmasına bağlı. Bu sahada yaptığı çalışmalarla tanınan ve kendine has bir medeniyet teorisi geliştiren Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar’ın görüşlerinin konunun yerli yerine oturması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Medeniyeti “bir inanç ve ahlak nizamı”; kültürü ise “bir medeniyetin ruh enerjisi ile ve değerler sistemi çerçevesinde, insanın kendi düşünce ve eylemleriyle meydana getirdiği her türlü eser” olarak tarif eden Özakpınar şunları söylüyor:

“Bizim medeniyetimiz İslam medeniyeti, kültürümüz Türk kültürüdür. Aynı inanç ve ahlak nizamı esaslarına bağlı birçok millet olabilir. Günümüz, milletlerin milli devletler halinde teşkilatlandığı ve ayrı siyasi birimler olarak ilişki içinde bulunduğu bir tarih aşamasıdır. Bir millet, ayrı bir siyasi birim olarak değişik bir coğrafyada yaşar ve farklı bir geçmişin izlerini taşır. Bu nedenle her milletin bugün içinde bulunduğu ihtiyaçlar ve ilişkiler, yaşadığı olaylar, karşı karşıya bulunduğu tehlikeler, beslediği ümitler farklı olduğu için aynı medeniyete mensup iki milletin bile fiilen yaşayışı esnasında meydana getirdiği kültürlerin birbirinden farklı olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Fakat o iki kültür, aynı medeniyet dairesinde, yani aynı inanç ve ahlak nizamı esasları çerçevesinde şekillendiği için onlar arasında farklılıklarına rağmen bir bağ ve birçok ortak noktalar bulunması tabidir.

Ayrı medeniyetlere mensup iki kültür arasında da bazı ortak öğeler olabilir. Çünkü birçok kültür öğeleri insanların ortak niteliklerinin sonucu olarak doğar ya da aynı ihtiyaçları karşılamak için birçok toplumlarda benzer şekilde oluşur. Fakat sırf bir takım öğelerin ortaklığı, ayrı medeniyetlere mensup iki kültür arasında ruhsal kaynaşma anlamında bir bağ kuramaz. Kültürler arasında bağ varsa, o bağı sağlayan, aynı inanç ve ahlak sistemine bağlılıktır.

Batı medeniyeti ayrı bir inanç ve ahlak nizamı, İslam medeniyeti ayrı bir inanç ve ahlak nizamı olduğuna göre, Türk kültürünün batı kültürleri ile alışverişi, Türk kültürünün bağlı olduğu medeniyet çerçevesi içinde olmalıdır. Fakat son iki yüz elli yıldır süren kültür değişmeleri, kendi medeniyetimizden yüz çevirerek yapılmıştır; bu sebeple, gelişigüzel kültür alımları medeniyetimizi sarsmıştır. Bir kültüre, bütünlüğünü ve seçiciliğini veren, onun medeniyet çerçevesidir. Bir kültür, kendi medeniyetini oluşturan inanç ve ahlak nizamına uyan öğeleri almak, uymayanları reddetmek suretiyle bütünlüğünü korur. Kültürün bütünlüğünü kaybetmesi demek, kültür öğeleri arasında ahenksizlik ve çatışma meydana gelmesi demektir. Kültürün bütünlüğü kaybolunca, kültür öğelerini değerlendirecek ölçüler de kaybolur. O zaman, yenilik, değişiklik, hoşa gitme ya da kendine bir hava verme gibi işlevsel olmayan etkenlerle bir sürü gereksiz, hatta zararlı kültür öğesi toplum hayatına girer.

Türk kültürü, yani Türk milletinin hayatı, birbirine uyan uymayan her türlü kültür öğesinin bir arada bulunduğu bir panayır yerini andırıyor. Bu görünüm, kültür zenginliğinin değil, manevi parçalanmanın işaretidir. Bugün, Türk kültürünün önündeki mesele medeniyet meselesidir. İki yüz elli yıldır, içine düştüğümüz güçlüklerden kurtulacağız, belimizi doğrultacağız, Avrupa’ya yetişeceğiz derken medeniyetimizi tahrip ettik. Değişmek gerekiyordu. Fakat yanlış teşhis konuldu, yanlış strateji uygulandı, yanlış biçimde değiştik. Sonuç, toplumda çözülme oldu.

Niçin çözüldük? Çünkü bir toplumun dayandığı temelin, bir inanç ve ahlak nizamı olduğu düşünülmedi. Bilimde, teknolojide, ekonomide, dolayısıyla politikada ve askeri güçte üstünlük sağlayan Avrupa’ya bakarak yanlış şeyler düşünüldü. Avrupa’da olup da bizde olmayan ve bizi ilerletecek olan şey uzun süre görülemedi. Görünürdeki farklılıklar üzerinde duruldu. Bu yüzeysel değişiklikler fayda etmeyince kendimizden şüphe başladı. Bu sefer bakış kendimize çevrildi. Bizde, bizi geri bırakan ne vardı? En göze çarpan özellik, bin yıllık tarihimizi yoğurmuş olan İslamiyet oldu. Avrupa karşısındaki çaresizliğin şok etkisi yaşanıyordu. Müslüman olduğu için yüzyıllardır kendini üstün görmüş olan bir millet, şimdi geri kalışını İslamiyet’ten bilme noktasına geliyordu. Sanki İslamiyet bize, alınteri ile çalışmayın rüşvet alın diyordu. Sanki İslamiyet, adam kayırın, işi ehline vermeyin diyordu. Sanki İslamiyet, adaleti gözetmeyin, insanlara yılgınlık aşılayın diyordu. Sanki İslamiyet, öğrenmeyin, doğayı incelemeyin, hakikati araştırmayın diyordu. Sanki İslamiyet, zevke sefaya dalın, kendi çıkarınıza bakın, toplumu, kamuyu, devleti, milleti düşünmeyin diyordu. Şok etkisi altında bir yanlış teşhis konuyordu. Medeniyetimizin kaynağı, toplum yapımızın temeli olan İslamiyet, bir inanç ve ahlak nizamı olarak, bize şahsiyetimizi, karakter sağlamlığımızı, ruh enerjimizi, güzellik zevkimizi, sanatımızı, edebiyatımızı, sosyal ilişkilerimizdeki inceliği, ruh sükunetimizi, ağırbaşlılığımızı, Allah’a tevekkülden ileri gelen güven duygumuzu, sabrımızı ve metanetimizi, azim ve gayretimizi, dünya ve hayat görüşümüzü vermişti. Oysa şimdi, insanlığın bu ilk ve tek hakiki medeniyeti geriliğimizin sebebi görülüyordu.

Tarihte medeniyetlerin kuruluşu ve çöküşü incelendiği zaman çıkan sonuç şudur: Medeniyetler, gönülleri fetheden bir inanç ve ahlak nizamının verdiği ruh enerjisi ve toplumsal birlik duygusu ile kuruluyor; zenginliğin getirdiği gevşeme, rahata düşkünlük, eğlenceye kapılma, inanç ve ahlak nizamından sapma yüzünden çöküyor. Onun için, tarih incelemeleri, sonradan çöken birçok medeniyetin, zirveye tırmanıyor görünüyorken, aslında çöküşe geçmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Bu olgu, kaçınılmaz bir tarih kanunu değil, insan zaaflarının eseridir. Bu zaaflar karşısında, basiretli davranmak, ancak inanç ve ahlak nizamına bilinçli bağlılık ile mümkün olabilir. İslamiyet’in belaya sabretme, nimete kavuşunca şükretme, şımarmama ilkesi hiçbir zaman hatırdan çıkarılmazsa refah ve saadet, yoldan çıkma sebebi olmaz. Allah’a hamdetme vesilesi olur.

Bugün geldiğimiz noktada, medeniyetimiz sarsılmış olduğu için kültürümüz kargaşa içindedir. Sahte kültür öğeleri toplum hayatını soysuzlaştırmaktadır. Büyük kültür eserleri meydana getirmenin ilhamını, ruh enerjisini, düşünce gücünü veren inanç ve ahlak nizamı sarsılmıştır. Bu sosyal çözülmeden ancak medeniyetimizin bilincine vararak kurtulabiliriz.” (Yılmaz Özakpınar, İslam Medeniyeti ve Türk Kültürü)

Anlaşılıyor ki, içinde bulunduğumuz kargaşadan/kafa karışıklığından  çıkışın yolu, uzun bir zamandır yabancılaşmış olduğumuz inanç ve ahlak değerlerimiz üzerinden kendi medeniyetimizi yeniden tesis etmekten geçiyor. Başka medeniyet ve kültürlerle sağlıklı etkileşim kurabilmenin ön şartı da bu çerçevede sağlam bir kimlik bilinci oluşturmakla mümkün olabilir.

 

Abdullah ALPAYDIN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

 

 

 

Author: sevare