Hukuk, Şiir ve Türk Varlığı

İnsan, esasında, “ahde vefa” gösterme yükümlülüğü ile doğmakta, dünyaya gelmektedir. İnsan henüz bedenen var olmadan önce, ezelde normun buyuranının sorduğu soruya “evet” demekle bu yükümlülüğü üstlenmiş olmaktadır. Dağların bile yüklenmekten korktuğu bu yükü üstlendiği içindir ki, insan eşref-i mahlûkâttır. İnsan dünyaya sürülmekle, muhatabı olduğu normların buyuranına verdiği bu sözü tutup tutmayacağı hususunda sınanmakta, bir imtihana tabi tutulmaktadır.

İnsan ahde vefa etmekle yükümlü kılınmış ancak buna mecbur edilmemiştir. Normun muhatabı olan insanın, buna uyup uymama hususunda bir tercih imkanının bulunması, esasen bir imtihanın varlığını anlamlı kılmaktadır. İnsanın kendi varlığının ve dolayısıyla yükümlülüğünün şuurunda olması ve fiillerine bu yükümlülüğün yön vermesi onu şahsiyet sahibi bir varlık haline getirmektedir. O halde insanın şahsiyetini tekamül ettirmesi onun hayatını verdiği söze, muhatabı olduğu normlara uygun şekilde yönlendirmesiyle mümkündür.  

Normlar, insanların davranışları hakkında bir değer, bir kıymet, bir ölçü ortaya koyarlar. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin güzel neyin çirkin, neyin hayr neyin şerr olduğunu bize bu normlar gösterir. İnsan, davranışlarının hangisinin lehine hangisinin aleyhine olduğunu bu normlara bakarak tayin eder. Bu yüzden davranış normları insanın fiilleri hakkında bir değerlendirmede bulunurlar. Bu normlar, heterenom bir varlık olan insanın dışında, ondan üstün bir irade tarafından buyrulmuş olmalıdır. 

İnsanın, davranışlarını yaratılış amacına uygun bir şekilde yönlendirebilmesi için konulmuş kuralların bütününü oluşturan bu normlar, ahlakın olduğu gibi, hukukun da kaynağını oluştururlar. Bu normlar insanların davranışlarından hangilerinin doğru ve dolayısıyla hukuka uygun, hangilerinin doğru olmadığını ve dolayısıyla hukuka aykırı olduğunun tespitini ve böylece toplumda değer yargılarının oluşumunu sağlarlar. Bu normlara uygun davranış doğru olan bir davranıştır. Bu normlar, insanın şahsiyetinin gelişmesini sağladığı gibi, bir toplumu da hukuk toplumu haline getirme fonksiyonu görürler.

Bu normların muhatabı insandır. Toplumdaki her fert, içeriğini anlama yeteneği olsun olmasın, bu normların muhatabıdır. Bu normlar, siyasi bir otoritenin, bir devletin varlığına takaddüm eden özelliğe sahiptirler. Dolayısıyla normun muhatabı olan insan, bu normun muhataplığını başka birisine havale ederek sorumluluktan kurtulamaz. Devletin koyduğu pozitif hukuk normları ancak davranış normlarından esinlendiğinde adil olma vasfı kazanabilirler. Bu normların en önemli özelliği insanın tabiatıyla uyum içinde olması, çelişmemesidir. Bu yüzden norma aykırı davranışlar, siyasi otoritenin tercihinden bağımsız olarak, her toplumda kınanırlar, tasvip edilmezler.

Bu normların diğer bir özelliği de varlıklarının ilmi bir bilgiyle değil, hikmet bilgisiyle, felsefi bir bilgiyle kavranabilecek olmasıdır. İnsan, kendi lehine kararlar alabilen yegane varlıktır. Ancak bunun için insanın leh ve aleyhinde olan hususları bilmesi gerekir. İşte bu hususların bilinmesi, yukarıda bahsi geçen ölçüt normların deruni anlamının kavranmasını gerekli kılar.

Bu normların anlamını hakkıyla kavramada Türk milletinin farklı bir özelliğe sahip olduğunu belirtmek gerekir.  Miladi 13. asırda ilk defa vatan sahibi olan Türklerin en bariz vasfı, İslam inancının çekip çevirmesine imkan veren bir hayat alanını ortaya çıkarmış olmalarıdır. Türklerin hayatlarında esas aldıkları düstur, örnek davranışlar hadislerle şekillenmiştir. Bir başka ifadeyle Türkler, hadisleri hayatlarına hakim kılarak yaşamaya gayret etmişlerdir. Türklerin hadislere yaslanan kendilerine mahsus hayat sahasının oluşmasında, bahsi geçen normların içeriğini en iyi şekilde anlayarak bunu topluma aksettiren tasavvuf erbabı şairlerin özel bir yeri vardır. Bunların başında Yunus Emre’yi anmak gerekir. Yunus’un şiirleri Türklerin dünya ile kurdukları ilişkide doğru bir anlam sahasının oluşmasına yol açmıştır.  Bir başka ifadeyle, dünya nimetleri karşısında, ezelde bir sözün verildiği, bu sözün tutulması gerektiği, insana sürekli hatırlatılmıştır. Dolayısıyla Yunus Emre, Türk varlığının oluşmasında, Türklerin dünyanın en seçkin Müslümanları olmasında önemli bir rol oynamıştır. Türk varlığının başlaması kadar idamesinde de şiir her zaman sürükleyici unsur olmuştur. Bugün Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar düğünlerde, sünnetlerde, mevlütlerde, Süleyman Çelebi’nin “Vesilet’ün-Necat” isimli mevlidinin okunması, bizim şiir üzerinden bir hayat sahasını seçtiğimizin en açık göstergesidir. 

Bizi millet haline getiren, Yunus Emre, Süleyman Çelebi, Karacaoğlan gibi şairlerin şiirleridir. Türk varlığının devamı da ancak şiirle mümkün olabilir. Şiirin güdükleşmesi, varlığımızın zayıflaması demektir. Zira bizim tek yumruk haline gelerek büyük bir güç haline gelmemiz ancak sanatımızın, şiirimizin gelişmesiyle, yol göstermesiyle sağlanabilir. 

Şiir böylece insana verdiği ilk sözü, yükümlülüğünü, vatanını ve dolayısıyla bütün bunların sorumluluğunu (hukukunu) hatırlatan bir işlev görmektedir. Şiirin insanı götürdüğü vadiler, insanın şahsiyetini geliştirebileceği alanların da olduğunun farkına varmasını sağlar. İnsanın verdiği ilk söze tutunması, yani yükümlülüklerini, sorumluluklarını ve dolayısıyla normları yani hukuku hatırlaması şiirle gerçekleşir. Şiir gibi yaşanılan bir hayatta zaten norma aykırılıktan söz edilemez. Zira hayatın kendisi şiir olarak yazılır.

İşte şiir, henüz dünyaya gelmeden önce verdiği sözü insana hatırlatma gücünü elinde bulundurarak, normların içeriğinin anlaşılmasında önemli katkılar sağlar.

Ne varlığa sevinirim

Ne yokluğa yerinirim 

Aşkın ile avunurum

Bana seni gerek seni  

diyen Yunus ile,

Üryan geldim gene üryan giderim

Ölmemeye elde fermanım mı var

Azrail gelmiş de can talep eyler

Benim can vermeye dermanım mı var

diyen Karacaoğlan’ın insana hatırlattıkları sözün aynı olmadığı söylenebilir mi?

O halde Türklerin, muhatabı oldukları normlardan haberdar olmasını sağlamada, buna uygun bir hayat sürmesinde ve dolayısıyla bir Türk varlığının oluşumunda şiirin önemli bir yeri olduğunu belirtmek gerekir.  Ezelde verilen ahde vefa norma sadakati, norma sadakat de insanı şahsiyet sahibi bir varlık haline getirmektedir. Şiir ise norma sadakat gösteren insanlara bir vatan bahşetmekte, vatan da norma sadakat gösteren bir hukuk toplumunun oluşumuna yol açmaktadır. 

O halde Türkler olarak vatan sahibi olmayı norma uygun davranmak suretiyle elde etmiş isek, Türk varlığı bir hukuk toplumu olarak tebarüz etmiş ise, norma aykırı davrananın vatana ihanet ettiğini söylemek gerekir. Norm, şiir ve Tük varlığı arasındaki bu ilişkiden herhangi birisine yönelik istiskal, doğrudan yok oluşa götürür. Bugün maruz kaldığımız yozlaşmayı değerlendirirken, şu sorulara cevap aranmalıdır: İnsan olarak muhatabı olduğumuz normlara ne kadar uygun bir hayat yaşıyoruz? Bu normlar davranışlarımızı değerlendirdiğimiz “numune”, “örnek” norm özelliği taşıyor mu? Hangi davranışımızı muhatabı olduğumuz normlara uymadığı için değiştirdik? Şiirin dünyasıyla irtibatımız nedir? Bizi dünyanın verili değerleri dışında başka anlam alanları açan şiire zihnimiz ne kadar muhtaç? Şiirle kurduğumuz irtibat bizim için ne anlam ifade ediyor? Münhasıran bizim sözümüzün geçtiği, bizim sözümüzün üstün olduğu bir vatanımızın varlığıyla ne kadar ilgiliyiz? 

Norma aykırı davranmak, kişiyi, her şeyden önce bu normun buyuranına karşı sorumlu kılar. İnsanın fiillerinden sorumlu tutulması başta verdiği sözle alakalıdır. Sözünü unutmak, sözünü tutmamak, sözünden dönmek en büyük sorumluluk kaynağıdır. İnsanın sağ ve sol omuzlarında bulunan yazıcılar, uyarıcılar insana sözünü unutmamasını, ahde vefa göstermesini sürekli hatırlatırlar. Ancak insan aynı zamanda unutan bir varlıktır. İnsan kelimesi de esasen unutma kelimesiyle akrabadır. İşte burada hukuk değil, şiir imdada yetişir. Şiir, insanın verdiği sözlere, içinde bulunduğu anlam dünyasına, üzerinde yaşadığı vatana ve inançlarının tecessümüne imkan veren bir hayat alanının ortaya çıkmasına dikkatleri çeker.

Sonuç olarak, insanın yukarıda sorulan soruları düşünebilmesi için, önce davranış normlarının içeriğine yönelik idrakle kendi varlığının bilincine ulaşması gerekmektedir. Bir başka ifadeyle, kişinin kendi varlığının bilincine varabilmesi, bu normların içeriğine yönelik bilgiye sahip olmasıyla mümkündür. Bunu Türk milleti şiirle kurduğu yakın irtibatla sağlamıştır. Bu irtibat ona bir vatan bahşetmiştir. Bu vatanı korumak ancak şiire dönmekle, onunla sahici bir irtibat kurmakla mümkündür.

Ali NADİR

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Author: Yönetici