Kitap İncelemesi: “Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor / Alev Alatlı

Tartışma Adabı, Siyasi Üslup, Sosyal Medya Cengaverliği

Televizyondaki tartışma programlarına illa ki denk geliyorsunuzdur. Tartışma konusu (politika, ekonomi, eğitim, bilim, felsefe, din, sanat, spor vb.) ne olursa olsun tartışan tarafların birbirlerini dinlemediğine, anlamaya çalışmadığına, düşünce ve görüşlerine tahammül göstermediğine; karşısındakinin tartışma esnasında savunduğu görüşlerinden ziyade kimliğini, aidiyetlerini, inancını, ideolojisini ya da siyasi tercihlerini hedef alarak görüşlerini değersizleştirmeye çalıştığına, yani safsata yaptıklarına sıkça şahit oluyorsunuzdur. Kantarın topuzu kimi zaman öyle kaçıyor ki, iş hakarete varıyor; birbirlerinin boğazını sıkmadıkları kalıyor bazen. Yaşanan bu çirkinlikleri gördükten sonra sahnelenen şeyin reyting amaçlı bir kurgu olabileceğine dair ister istemez ciddi şüpheler oluşuyor zihinlerimizde (Eğer öyleyse, bu türden görüntülerin reyting getiriyor olması başlı başına bir sorun ama şimdilik o konuya girmeyeceğim).

Mantık Hislere Yenilince…

Programlara uzman sıfatıyla çağrılan çağrılanlardan beklenen ne? (Gerçi artık uzmanlığın da bir hükmü kalmadı. Herkes her konuda büyük bir özgüvenle, hiç utanıp sıkılmadan rahatlıkla fikir beyan ediyor. Televizyon kanallarının artık kadrolu yorumcuları var ve bu kişiler konu ayırt etmeksizin gündemdeki her mevzu hakkında ahkâm kesiyorlar ve ne hikmetse kimse yadırgamıyor. Tam anlamıyla had bilmezlik, kendini bilmezlik!). Soruya tekrar dönersek, bu programların gayesi tartışılan konu hakkında halkı aydınlatmak değil mi? Nerede! Aydınlanmayı bırakın, tartışmanın sonunda aklınızda kalan, fikrini paylaşmaktan ziyade birbirini alt etmeye, susturmaya çalışan; asabi, agresif bir grup tuhaf insan! Bir çoğu alanlarında uzman, okumuş yazmış, aydın diye tabir edilen, ilimle bilimle iştigal eden insanların dahi tartışmalarında mantığın hakim olmasını beklerken demagojinin ve duyguların öne çıkmasının sebebi ne olabilir? Arıza tam olarak nerede, yanlışı nerede yapıyoruz?

Siyasetin Dili

Politika arenasında durum farklı mı sanki? Topluma rol model olması gereken politikacıların birbirlerine karşı kullandıkları dil ve üsluba ne demeli? Bu cenahtan sağduyulu açıklamalar duymayalı epey zaman oldu. Uzunca bir zamandır hakaret eleştirinin yerini almış durumda. Soğukkanlı bir tartışma izlemek neredeyse hayal, tartışmak yerine savaşıyorlar adeta! Neden bu kadar öfkeliler ve bu derece saldırganlar? Sürekli bağırarak sert ve öfkeli bir tonda konuşmanın vatandaş üzerinde olumlu tesiri olduğunu mu düşünüyorlar yoksa? Öyleyse vay halimize! Vermiş oldukları bu görüntünün toplumun ruh sağlığını bozduğunu hesap edemiyor mu devlet adamlarımız, idarecilerimiz, siyasetçilerimiz? Yetişkinleri bir kenara bırakalım, geleceğin emanetçisi çocuklar ve gençlere böyle mi örnek olacaklar?

Sosyal Medya: Sanal Harp Meydanı

Sosyal medya derseniz ayrı bir âlem! Burada da baskın olan duygu tahammülsüzlük, sevgisizlik, kin, nefret ve düşmanlık. Bir cümlenizle aynı anda hain ilan edilmeniz de kahraman ilan edilmeniz pek ala mümkündür. Burada belirleyici olan, ne düşündüğünüz, ne söylediğiniz değil; nereye ve hangi tarafa ait olduğunuzdur. Ya onlardansınızdır ya da karşı taraftan, ortası olamaz. İlla taraf olacaksınız. Çünkü taraf olmayan bertaraf olur (!)

Zıtların Benzerliği

Birbirlerine tamamen zıt görünmelerine rağmen o kadar çok ortak özellikleri var ki sanal alemin düşman kardeşlerinin (!) Toptancılık bu mecranın en başat özelliklerinden biridir. Bir topluluğu, zümreyi fertlerinin farklılıklarına bakmaksızın toptan yaftalarlar. Bir grubun fertleri sanki tornadan çıkmış gibi birbirinin aynı kabul edilir, aynı şekilde düşündüklerine, inandıklarına ve yaşadıklarına kanaat getirilir. Kendi tarafındakiler bütünüyle iyiyi, güzeli, doğruyu temsil ederken; karşıdakiler de bir o kadar kötüyü, çirkini ve yanlışı temsil eder. Bir bireyin herhangi bir söz ve eylemini beğenmezlerse, onu karşı oldukları bir toplulukla özdeşleştirip dışlarlar, düşman bellerler. Anlama zahmetine niye girsinler ki? Karşı tarafın canını yakmak isterseler; kutsallarına saldırırlar, öyle intikam alırlar, öyle tatmin ederler kendilerini.

Çifte Standart Çelişkisi

Kendi içlerinden karşı tarafa dair en küçük olumlu söz sarf edenler ihanetle, döneklikle suçlanırken; karşı taraftan benzer bir yaklaşım gösteren muhtedi kabul edilir, doğru yolu bulmuştur, omuzlarda taşınır. Toplumun bir ferdi (bu bilim adamı olabilir, din adamı, sanatçı, gazeteci ya da sporcu da olabilir) karşı tarafa dair olumlu bir şey söylemeye görsün. En hafif tabirle yalaka damgası yer, hiçbir delil olmasa bile bir menfaat elde etmiş olmakla, hatta satılmış olmakla suçlanır. Bir başkası da kendi lehlerine benzer bir tavır sergilerse, omurgalı ve şahsiyetli davranmakla, dik durmakla övülür. Velhasıl çifte standartçılık da çok yaygındır bu arkadaşların dünyasında. Siz yaptığınızda mubah olan şey, karşı taraf yaptığında haram sayılır.

Dahası da var. Burada önyargılara tutkuyla, iman derecesinde bağlılık esastır, sorgulamak küfür sayılır. Ezber bozan bir durumla karşılaşılıp zihin karışıklığı yaşanırsa, önyargıların güvenli limanına (!) yanaşılır hemen.

Çamur At İzi Kalsın

Bu sosyal medya denen şeyin hayatımıza soktuğu en büyük kötülüklerden biri de tezvirata çok açık olması, asılsız, manipülatif, yalan-yanlış bilgi/belge üretimi ve paylaşımını kolaylaştırmasıdır. Kullanıcılar, işlerine gelen bir malzeme bulduklarında kaynağını sorgulamadan, doğruluğunu araştırmadan kendi ağlarında paylaşarak çok hızlı şekilde geniş bir kitleye yayabiliyorlar. İşin aslı/doğrusu ortaya çıkana kadar mağdur çoktan idam edilmiş oluyor tabi.

Sosyal medya demişken, yanlış anlaşılmasın bu saydıklarımız sadece sosyal medyaya has şeyler değil elbette. Sosyal medya kullanıcıları Mars’tan gelmiyor. Bunlar aramızda gezip dolaşan, bizim gibi Dünyalı, aramızdan, bizim gibi aynı türden canlılar (!) Aslında bizim aynamız onlar. Gerçek hayatta belki bir derece daha kontrollü davransalar da, sanal dünyanın sağladığı özgüvenle daha cesur ve pervasız olabiliyorlar. Hepsi bu!

Makul Azınlık

Bunları yazarken yukarıda yakındığım genelleme ve toptancılık hatasına ben de düşmüş olmak istemem. Elbette her şeye rağmen her topluluğun içinde sağduyu ve aklıselimle hareket eden, makul, mantıklı ve vicdanlı insanlar mevcut. Fakat sesleri kısılmış durumda. Seslerini yükseltmeleri halinde ise çok taraflı linçe maruz kalıyorlar. Ne o tarafa yaranabiliyorlar, ne bu tarafa. Derin bir azınlıkta kalma hissi yaşayan bu kesim mecburen susmayı tercih ediyor maalesef.

“Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor

Pandemi dolayısıyla toplumsal psikolojimizin pek iyi olmadığı bir dönemde yukarıda değindiğim can sıkıcı mevzulara girmek istemezdim ama bu yazının asıl konusu olan Alev Alatlı tarafından kaleme alınmış “Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor adlı kitap, ister istemez böyle bir giriş yapmaya yöneltti beni. Bu yazıyla, toplumu bölen, ayrıştıran, düşmanlaştıran; birbirimizi dinlememizi, anlamamızı güçleştiren yaklaşımları besleyen düşünce biçiminin temelinde ne olduğunu idrak etmemizi kolaylaştıracak kavramları irdeleyen ve özellikle “Safsata” üzerinde yoğunlaşan kılavuz niteliğindeki bu kitaba dikkat çekmek istedim. Bu değerli çalışma, düşünürken, yazıp çizerken, konuşurken, tartışırken yaptığımız mantık hatalarına dönük bir farkındalık oluşturuyor. Bu meseleleri dert edinenlerin kitabı okumalarının kendilerine çok şey kazandıracağını düşünüyorum.

Alatlı Farkı

Bu kitap, yazarın diğer birçok kitabı gibi derin bir entelektüel çabanın ürünü ve çokça faydalı bilgi içeriyor. Okuduğunuzda “iyi ki yazmış, iyi ki okumuşum, çok faydalandım” türünden doyuruculuk hissi oluşturuyor insanda. En azından şahsi tecrübem böyle.

2018 yılında Everest yayınlarından çıkan kitabın ilk versiyonu farklı bir yayınevi tarafından 2008’de yayınlanmış. Yeni baskının Önsözünde kitaba da adını veren cümlenin geçtiği paragrafta Alatlı şunları söylüyor:

“Bir konuyu tartışırken belli kural ve yöntemlere uyulması gerektiğini unuttuk. Akıl yürütmenin, muhakemenin bir takım kuralları olduğunu, bu kuralların matematik kurallarına benzediğini unuttuk. Nasıl ki matematik kurallarına uymayan bir matematikçi düşünülemez, mantık kurallarına uymayan bir konuşmacı, bir öneri sahibi de düşünülemez. “Ben Böyle düşünüyorum!” demekle olmuyor. Lakin nice yıllar var ki, ‘münazara’ sözcüğü dilden düştü. ‘Safsata’ sözcüğü ise yobazlıkla özdeşleştirildi, batıl inanç anlamında kullanılır oldu. Oysa akıl yürütme yetisinin hatalı kullanımı anlamına gelir, bir yöntem sorunundan ibarettir, safsata. Dinle, imanla, inançla ilgisi yoktur. Başta Türkçe’nin kötü kullanımı olmak üzere, eksik bilgi, önyargı, duygusallık, acelecilik, özensizlik aşırı genelleme, duygu sömürüsü gibi nedenlerden kaynaklanır. Safsata kural olduğunda, kusurlu akıl yürütme ile kişisel husumet arasındaki fark görülemez olur.”

Yazarın izah ettiği üzere akı yürütme (muhakeme) yetisini hatalı kullandığımızda, yani safsata yaptığımızda işin içine duyguların ve husumetin girmesi kaçınılmaz oluyor.

Aristo Mantığı mı Bulanık Mantık mı?

Safsata kavramı ve türleri kitabın ana odağını oluşturmasına rağmen eserin diğer bölümlerinde safsatayla ilişkisine binaen bazı temel mantık kavramları üzerinde duruluyor. “Aklını Başına Topla, Mantıklı Ol!” başlıklı birinci bölümde Alatlı, Aristo mantığının yetersizliklerini, buna mukabil dilimize bulanık ya da puslu mantık olarak çevrilen (kendisinin ise saçaklı mantık demeyi tercih ettiği) fuzzy logic’in yaşadığımız dünyanın gerçeklerine daha uygun olduğunu, çünkü sahici dünyanın olgularının kesinlik arz etmediğini, “siyah-beyaz”, “doğru-yanlış” şeklinde tasnif edilemeyeceğini savunuyor. Bununla birlikte yazar, Aristo mantığının Batı düşüncesine yön verirken, bulanık mantığın Doğu’da daha çok benimsendiğini, Japonya ve Çin örneklerinden hareketle, Doğu’daki hızlı teknolojik ilerlemelerin temelinde dijital bilgisayarların 0-1 ikili sistemini reddeden bulanık mantık sisteminin olduğunu, Batı’nın bunu geç fark ettiğini vurguluyor.

Dil, Bilinç ve Mantık

“Düşüncenin Büyüsüne Kapılmadan” başlıklı ikinci bölümde düşünce, şuur/bilinç kavramları tarif edilirken; dil ve düşünce, dil ve bilinç, dil ve mantık ilişkisi üzerinde duruluyor. Yazarın şu tespitleri dikkate değer: “Kullanılan dil ne kadar zenginse, kullananların bilinçlerinin de o denli gelişmiş olduğu kabul ediliyor. Bu çerçevede, zayıflayan Türkçe, küçülen bilinç demek.” Anadilimizi ne kadar iyi kullanıyorsak, düşünce mantığımız da o kadar sağlam oluyor. Bu bağlamda, Türkçenin kötü kullanımı eşittir, kötü mantık.”

Yabancı Dilde Eğitim

Bu bölümde Alatlı’yla 2008 yılında yapılmış bir röportaja da yer veriliyor. Röportajın konusu yabancı dilde eğitim. Yazar, karşı olduğu yabancı dilde eğitim meselesindeki tezini destekleyen bazı araştırma verilerinden bahsediyor. Bunlardan bazılarını paylaşmak istiyorum. İlki yabancı dilde eğitimin öğrenme hızını yavaşlatmasına dair: “Yabancı dilde eğitim gören öğrencilerde öğrenme hızı, anadilinde öğrenenlere göre 3-5, giderek 6-8 kat, hatta daha yavaş olabilmektedir. Bu durumun öğrencide yaptığı tahribat şöyle dursun, eğitimi ne denli yavaşlatabileceğini düşünün. 21. yüzyıldayız, daha da yavaşlayacak halimiz mi kaldı?” İkincisi ise Mülkiye öğrencileri ile ODTÜ öğrencilerinin anadillerinde anlama ve anlatım yeteneklerinin gelişimi üzerine: “Türkçe eğitim veren Mülkiye yani Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri ile İngilizce eğitim gören ODTÜ öğrencileri üzerinde yapılan bir çalışma, anadilinde anlama ve anlatım yetenekleri üniversiteye girişte SBF öğrencilerinden daha yüksek olan ODTÜ öğrencilerinin, son sınıfta anlama, anlatma yeteneklerinin SBF öğrencilerinin gerisine düştüğünü; giderek lise bitirme aşamasındaki yeteneklerinin de altına indiğini gösteriyor.”

Her iki örnek de oldukça manidar değil mi? Üniversite eğitimini yabancı dilde almış biri olarak Alev Alatlı’ya hak veriyorum. Mezun olduğum yıllarda kendimi alanımla ilgili anadilimde ifade etmekte bazen zorlandığımı itiraf etmeliyim.

Mizan-ül Akl

Aklın Ezeli Ölçüsü başlıklı üçüncü bölüm şu cümlelerle başlıyor: “Düşüncenin olmazsa olmazı, tuğlası, demiri, çimentosu, harcı dil ise, akıl yürütmenin olmazsa olmazı mizan-ül akl; yani aklın ölçüsü, yani mantık. Doğru düşünmek için akıl yeterli değil, ‘aklın ölçüsü’ şart.” Girişten de anlaşılacağı üzere bu bölümde akıl, mantık ve bunlarla ilişkili A priori bilgi, A posteriori bilgi, tümevarımsal mantık, tümdengelimsel mantık, kelam, münazara, istidlal, isnat, ictihad, nazari kıyas gibi kavramlara yer veriliyor ve bunlara dair örneklendirmeler yapılıyor. Bu vesileyle, Müslüman düşünürlerin mantık bilimine önemli katkıları olduğunu da not etmiş olalım.

Temel Kavramlar başlığını taşıyan dördüncü bölümde ise argüman, öncül, vargı, çıkarsama, tümdengelimsel argümanlar, tümevarımsal argümanlar gibi kavramlar örneklerle açıklanıyor.

Safsata: Akıl Yürütme Yetisinin Hatalı Kullanımı

Laf Ola Beri Gele başlıklı beşinci bölümde kitabın ana konusu olan “Safsata” ve türleri ayrıntılı olarak izah ediliyor. Safsatanın yukarıda tanımına yer vermiş ve “akıl yürütme yetisinin hatalı kullanımı” olduğunu belirtmiştik. Diğer bir ifadeyle, “bir düşünceyi ortaya koyarken ya da anlamaya çalışırken yapılan yanlış çıkarsamaların tamamına” safsata deniyor. Safsatalar iki gruba ayrılıyor: Biçimsel Safsatalar, argümanın “şekli”; Serbest Safsatalar ise “anlamı” ile uğraşırlar.

Biçimsel Safsatalar

Bir argümanın yapısından kaynaklanan, yani teknik olarak geçersiz kılan hatalardır. Bir argümanın teknik olarak geçersiz olması, sonucunun öncüllerini izlememesi anlamındadır. Biçimsel Safsatalarda mesele sonucun doğru ya da yanlış olması değil, çıkarsamanın doğru öncüllere dayanmamasıdır.” şeklinde tanımlanıyor bu grup safsatalar.

Aşağıdaki basit örnek konuyu daha iyi açıklayacaktır:

1. Bütün insanlar tutucudur.

2. Mine bir insandır.

3. Mine tutucudur.

“Yukarıdaki örnek yanlış ve geçersiz bir argüman olarak Biçimsel Safsatadır, çünkü ilk öncülü yanlıştır ve bu yanlış öncül, Mine’nin tutucu olması gerektiği gibi laf ola beri gele bir sonuç doğurur.”

Serbest Safsatalar

Bu çeşit safsatalar “kelime veya gramerin yanlış kullanımı, bir fikrin veya olayın yanlış ifadesi, bir tahminin kanıtlanmış gibi vurgulanması, yanlış anlama, konu dışına çıkma gibi kusurlardan çıkar.”

Serbest Safsatalar; Belirsizlik Grubu (Dili iyi kullanamamaktan kaynaklanan safsatalar), Hatalı Kıyas Grubu (Az rastlanan olaylardan genel kurallar çıkaran safsatalar), Adam Karalama Grubu (Öneriyi öneriyle karşılayıp tartışmak yerine öneriyi getireni tartışma konusu yapan safsatalar), Hatalı Sınıflandırma Grubu (Bir bütünün kendisini oluşturan parçaların toplamından başka bir şey olmadığını varsayan safsatalar), Konunun Özünü Kaçırma Grubu, Şaşırtma Grubu (Bir argümanı muhatabını şaşırtacak, kafasını karıştıracak şekilde sunmak suretiyle makul tartışmayı önlemeyi amaçlayan safsatalar), Tartışmalı Neden Grubu (Neden-sonuç ilişkileri hayli karmaşık olup, hataya açık safsatalar), İstatistiksel Hata Grubu, İcazet Grubu (İddialarını kabul ettirmek için salahiyet sahibi olduğu düşünülen birilerinden veya kadim geleneklerden, adet vb. kabullerden icazet alan safsatalar), Duygulara Hitap Grubu (İddiaları kabul ettirmek için bir takım duygulara hitap eden safsatalar) olmak üzere 10 gruba ayrıldıktan sonra bu grupların altında yaklaşık 50 alt başlıkta tasnif edilmiş.

Alev Alatlı, her bir safsata türü için farklı örneklere yer vermiş. Örneklerin birçoğu basında çıkan haberlerden ve hepsini çok iyi tanıdığımız şahısların ağzından çıkan ifadelerden oluşuyor. Gönül isterdi ki bu örnekleri burada paylaşalım, lakin bu yazıda bu kadar detaya girmemiz mümkün değil. Yine de fikir vermesi açısından Belirsizlik Grubundan Cinaslı Safsataya (cinas = kelime oyunu) bir örnek verelim:

“Yaşlanmanın nedeni vücuttaki serbest radikallermiş. İnsanoğlu ne çekiyorsa radikallerden çekiyor.” (Bir gazetedeki köşe yazısından)

Diğer örnekleri merak edenlerin kitabı temin etmeleri gerekecek.

Sonuç

Kitabın içeriği herkese hitap etmiyor olabilir lakin, düşünen, düşündüklerini yazıya döken insanların hem dili hem de mantığı doğru kullanmaları, argümanlarını doğru kurmaları, doğru muhakeme yapmaları ve burada kısaca değinilen kitapta ise ayrıntılı olarak izah edilen hatalı akıl yürütmelerden, yani safsatadan kaçınmaları gerekir. Fikir erbabına da yakışan budur. Absürt şeyler söyleyip “Ben böyle düşünüyorum!” demek değil. Alev Alatlı’nın bu değerli çalışmasını inceleme konusu yapmaktaki gayem de bu konulara dikkat çekebilmekti. Umarım amaç hasıl olmuştur.

Son olarak, “Alev Alatlı’nın kitabından ya da bu yazıdan alacağımız hisse ne olmalı? Yazının giriş bölümünde değindiğiniz hastalıklarımızın çaresi nedir?” diye soracak olursanız iki şeyi mutlaka yapmalıyız derim acizane: Birincisi, anadilimiz olan Türkçenin eğitimini okulların tüm kademelerinde yeniden kurgulamalı, müfredatını baştan aşağı yenilemeliyiz. Üniversiteyi bitirdiği halde kendini ne sözlü ne de yazılı olarak düzgün şekilde ifade edemeyen insanlarla karşılaştıkça içim sızlıyor. Bu gençleri yetiştirmek için harcanan kaynaklara, verilen emeğe acıyorum. İkincisi, mantık dersi tüm liselerde en az iki yıl zorunlu ders olarak layıkıyla okutulmalı. Alev Alatlı’nın kitabı da yardımcı kaynak olarak değerlendirilmeli.

Abdullah ALPAYDIN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Author: Yönetici