Bu Şehr-i Stanbul ki…

İstanbul eşsiz bir coğrafya üzerinde kurulmuş, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış Dünya’nın en önemli kentlerinden biri… Bir Dünya başkenti…

1453 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiğinde, dönemin Avrupası’nın siyasi ve stratejik açıdan Roma ile birlikte en önemli iki merkezinden biri olan İstanbul, surları, Ayasofyası, Galata Kulesi, sarayları ve daha birçok gösterişli yapısıyla son derece görkemli bir şehirdi. Osmanlı, şehrin mevcut mimari dokusunu koruyup zamanının ötesinde bir şehircilik anlayışıyla beş asra yakın bir süre ölümsüz eserler inşa etmiş, bir zamanlar Hristiyan Batı medeniyetinin sembollerinden biri olan şehri, İslam medeniyetinin sembolü haline getirmiştir. O dönem yapılan birçok eser, mimari ve estetik açıdan bugün hala ulaşılmaz seviyededir.

Osmanlı sadece bir şehir değil aynı zamanda bir medeniyet inşa etmişti. Çağın şartları göz önünde bulundurulduğunda, farklı din ve milletlerden oluşmuş kozmopolit bir dokuyu barış içinde bir arada tutabilmek çok kolay bir şey olmasa da, engin hoşgörü anlayışıyla farklı etnisitelerin haklarının korunduğu, huzur ve güven içinde kendi inanç ve kültürlerini yaşayabildikleri bir düzen kurmuştu. Bu yönüyle İstanbul, Dünya’nın farklı bölgelerinde gördüğü baskı ve zulümlerden kaçan insanların sığındığı güvenli bir limandı. Elbette kusursuz ve ideal bir düzenden bahsetmiyoruz ama Avrupa’nın Orta Çağı yaşadığı, barbarlığın had safhaya ulaştığı, insanların birbirini boğazladığı, açlığın, kıtlığın, salgın hastalıkların hüküm sürdüğü bir dönemde Osmanlı’nın gelmiş olduğu nokta oldukça ileri bir seviyeydi.

Gelgelelim zaman içinde roller değişmeye başladı. Avrupalılar İslam medeniyetinden faydalanarak Rönesans sürecine girerken biz de kendi dinamiklerimize sırtımızı dönerek gerileme safhasına geçtik. Burada ayrıntısına girmeyeceğimiz birçok iç ve dış sorun neticesinde Osmanlı Devleti 20. Yüzyıl’ın başında tarih sahnesinden çekildi. Topraklarımızın büyük kısmını kaybederken, bugün ülkemiz sınırları içinde yer alan başta İstanbul olmak üzere birçok önemli şehrimiz de işgale uğradı.

Kurtuluş Savaşı sonrasında tamamen yeni bir anlayışla bugünkü Türkiye toprakları üzerinde yeni bir devlet kurduk. Çağın ihtiyaçlarını artık karşılayamayan monarşik devlet sisteminden Cumhuriyet’e geçiş akılcı ve doğru bir tercihti. Diğer yandan milliyetçilik hareketleri sonrasında başta Avrupa olmak üzere tüm Dünya’da ulus devletler kurulmaktaydı.  Osmanlı’daki birçok etnik unsur da yıkılma sürecinde ayrılarak kendi devletini kurmuştu. Buna rağmen, Türkiye toprakları üzerinde kalan yaklaşık 13 milyonluk nüfus, kültürel ve etnik açıdan hala kozmopolit bir yapı arzediyordu. Ulus devlet modeline keskin bir şekilde geçilmesi bugün hala çözmeye çalıştığımız birçok siyasi, sosyal ve kültürel soruna sebep oldu.

Konumuz gereği bu sorunlara değinmeyeceğim. Burada vurgulamak istediğim nokta yeni devletin geçmişle kurduğu ilişki olacak. Yeni devletin ideolojisi, reaksiyoner/tepkisel bir yaklaşımla geçmişin toptan reddine dayanıyordu. Bu anlayışın izleri yapılan devrimlerde de kendini çok açık şekilde gösteriyordu. Başta Harf Devrimi olmak üzere yapılan değişiklilerin gayesi geçmişin izlerini tümüyle silerek Batılı, pozitivist anlayışı benimsemiş bireylerden oluşan yeni bir ulus meydana getirmekti. Bu anlayış tam olarak hedefine ulaşamasa da geçmişini, tarihini doğru tanımayan, ne tam Batılı ne de tam Doğulu olabilen, kendi değerlerinden bihaber, kimlik bunalımı yaşayan kafası karışık nesiller yetiştirdi. Örnek aldığımız Batılı toplumlar tarihlerine sahip çıkıp, korurken, bizim bu derece duyarsız kalmamız izaha muhtaçtır.

Geçmişin izlerini silerken mimari mirasımız ve şehircilik anlayışımız da fazlasıyla nasibini aldı. Hemen hemen tüm şehirlerimizde tarihi eser katliamı yapıldı. İstanbul özelinden hareket edersek; İstanbul’u modern, Avrupalı bir kente dönüştürme adına geniş caddeler, bulvarlar ve meydanlar yaparken, Avrupalı’nın elinde olsa bir taşına bile dokunmayacağı binlerce kıymetli yapı yerle bir edildi. Yok edilen sadece yapılar değil, şehrin hafızasıydı aynı zamanda.

Geriye dönüp baktığımızda, yukarıda bahsettiğim tarih katliamı kadar acı olansa, son yüzyılda, Boğaz Köprülerini bir kenara koyarsak, ortaya mimari açıdan niteliği olan sanat ve estetik değeri taşıyan bir tek yapı konulamamış olmasıdır.

Yapılan niteliksiz, çirkin, sevimsiz, ruhsuz ve silik binaların yanında, kendi kültürümüze has ev ve mahalle geleneğimizi de kaybederek şehirlerimizi apartman denilen çok katlı hapishane hücreleriyle doldurduk.  Bilge mimar merhum Turgut Cansever’in ifadesiyle “Bu dönüşümle beraber, İslâm ülkelerinin özellikle sömürgeci, işgalci kültürlerle daha yakından temas halinde bulunan şehirli nüfusu, İslâm’ın ev, mahalle ve şehir kültürünü reddedip, Batı taklidi apartman hayatını tercih ettiği için bütün İslâm ülkelerinde evler ve mahalleler yok oldu.”

Anadolu’da İstanbul denince akla gelen ilk şey “taşının, toprağının altın” olduğu efsanesidir. Bu ifadeyi “kısa zamanda, kestirmeden zengin olmak” olarak yorumlayan her yıl binlerce insan İstanbul’a göç etmekte. Şehre gelen yeni nüfusun barınma ihtiyacını karşılayabilmek için şehirde bitmek bilmeyen bir inşaat faaliyeti sürmekte ve şehir sürekli olarak genişlemekte.

Bugün nüfusu 15 milyona dayanan İstanbul’a eklenen yeni yerleşim alanlarındaki manzara gerçekten korkunç. Bu bölgelerin bir kısmı rant ve oy uğruna göz yumulmuş, orman arazilerine girilerek yapılmış gecekondulardan oluşurken; gecekondu evresini geçmiş bölgelerde ise hiçbir standardı ve özelliği olmayan sıvasız, boyasız ve (bir sonraki seçim dönemimde belki bir kat daha çıkılır beklentisiyle) çatısız ucube yapılara rastlamaktayız. Ne acıdır ki bu durumdan ne buralarda yaşayanlar ne de yerel yönetimler rahatsız. Dünyanın hiçbir yerinde insanların keyfine göre bina yaptığı başka bir ülke göremezsiniz.

Bunun yanında şehrin daha düzenli yapılaşan bölgeleri de 20-30 katlı apartmanlarla ve çevresiyle hiçbir bağı olmayan korunaklı sitelerle dolduruluyor. Buralarda mahalle kültürünün oluşması ya da yaşatılması mümkün değil. Bu tarz yerleşim yerleri inşa etmenin arkasında, egoist, bireyci ve insanların birbirlerine güven duymadığı bir anlayış yatıyor.

Yüzme havuzlu site faciasına değinmeden geçmek olmaz. İstanbul’da yapılan yeni sitelerin büyük çoğunluğunda açık yüzme havuzu en temel ihtiyaçmış gibi sitenin tam ortasına yapılıyor. Bu durum hızla muhafazakârlaştığı/dindarlaştığı iddia edilen Türkiye için tezat teşkil etmiyor mu? Yaşadığımız kültürel dönüşümün hızını çok güzel özetleyen bir örnek değil midir bu?

Diğer yandan şehrin her tarafı plansız ve kontrolsüz şekilde yapılan gökdelenlerle ve devasa AVM’lerle dolduruluyor. Bu gidişle, Yahya Kemal’in ölümsüz şiirindeki “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” mısrası artık yerini “sana dün bir gökdelenden baktım aziz İstanbul”a bırakacak.

Modernizmin, zenginliğin, gücün ve gösterişin sembolü olan şehrin merkezindeki bu devasa yapılar çevreleriyle uyumsuz bir görüntü sergilerken, hem tarihi yapıları gölgeliyor hem de altyapı ve trafik sorunlarına sebep oluyor. Şehir, bu tür yapılarla hızla kimliksizleştirilirken, şehri ve ülkeyi yönetenler modernleşme adına bunlardan övünç duyuyor. Büyüklük ve modernlik fetişizmi toplumun tüm katmanlarına yayılmış bir hastalığa dönüşmüş durumda. Muhafazakârı da, milliyetçisi de, liberali de, sosyal demokratı da aslında benzer zihin yapısına sahip. Nasıl olmasın ki hepimiz aynı eğitim sisteminin tornasından geçmedik mi?

Burada en büyük tezat, bu dönüşümün, Osmanlı’nın mirasına sahip çıktığını iddia eden ve Osmanlı torunu olmakla en çok övünen muhafazakârların ülkeyi yönettiği dönemde hız kazanmış olmasıdır. Keşke yaptıkları yanlışlarla övünmek yerine, Osmanlı’nın ve İslam’ın ruhunu doğru anlasalar ve kendi kültür ve geleneğimizi yansıtan özgün ve bize has bir şehircilik anlayışını yeniden canlandırabilselerdi. Ecdadımıza ve kültürel köklerimize sahip çıkmak, Çamlıca tepesine devasa bir beton yığını kondurmakla olmaz. Böyle düşünenler büyük bir yanılgı içerisindeler ama farkında değiller.

Yahya Kemal’in “Sade bir semtini sevmek bile bin ömre değer” dediği İstanbul’un ne yazık ki sevilecek çok az semti kaldı. Şair Nedim “Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır” sözleriyle değer biçilemezliğine vurgu yaptığı İstanbul’u bugün görse, yine aynı sözleri söyler miydi acaba?

Halen muhteşem coğrafyasının ve görkemli tarihi birikimin mirasını yemekte olan İstanbul için acil tedbirler alınmazsa, şehir hızla sıradanlaşacak, Uzakdoğu’daki örnekleri gibi nüfusu 25-30 milyona çıkmış yaşanmaz bir metropole dönecek. Şu aşamada İstanbul için öncelikli olarak ihtiyaç duyulan şey, çevre ve tabiata zarar vererek nüfus artışını tetikleyecek “çılgın projeler” geliştirmek değil, başta ulaşım/trafik olmak üzere alt yapı problemlerinin çözülmesinin yanında, tarihi dokuyla uyumlu ve kültürel genlerimizle barışık, rant değil insan merkezli, popülizm ve oportünizme prim vermeyen yeni bir şehircilik anlayışının geliştirilmesidir.

 

Abdullah ALPAYDIN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

 

Author: Yönetici