“Eğitim….”

Eğitim, sayısız tanımı olan bir kavramdır. En genel tanımı ise; “Bireyin davranışında, kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istenilen yönde (eğitimin amaçlarına uygun) değişimi meydana getirme süreci” şeklindedir.

Bir eğitimci olarak, bu tanımı ve diğer tanımları içinde barındıran bir hikâyeyi paylaşmak isterim. Hikâye, gelişim sürecini en iyi şekilde özetleyen, eğitim ve öğretimi açıklayıcı bir içeriğe sahip.  

Bambu ağacını ve hikâyesini herkes bilir. Bambu, Çin’de yetişen bir bitkidir ve uzun boyuyla tanınan bir ağaçtır. Bu bitkinin serüveni küçük bir tohumla başlar. Çinliler bambu tohumunu toprağa ekerler. Yeteri miktar gübreyi de ekleyerek sularlar. Bir yıl boyunca hiçbir değişiklik olmaz bambu tohumunda. İkinci yıl gübresi değiştirilerek sulanır ve üstü kapatılır. Bambu tohumunda yine gözle görülür bir değişiklik olmaz. Aynı işlem üç yıl daha yapılır. Altıncı yıla geldiğinde tekrar gübre değiştirilir ve sulanır. Ama bu aşamada henüz toprak yüzeyine çıkmış herhangi bir şey yoktur. Üzeri açılır, sulama ve gübrelemeden sonra bambu yeryüzüne çıkmaya başlar. Altı hafta gibi bir süre içinde bambu 27 metre uzunluğundaki bir ağaç görünümünü alır.

Burada önemli bir soru var. Bu kadar uzunluğa gelmesinde altı haftanın mı yoksa geçmiş beş yılın mı etkisi var?

Eğitimde böyle bir şeydir. Yıllarca, hayatla doğrudan bağlantısı olmayan kavramları öğretirsiniz. Yaşamda karşılığı olamayan deneyler yaparsınız, ödevlendirmelerde bulunursunuz, yapılan etkinlikleri ölçer ve değerlendirmesini yaparsınız. Yaptığınız bütün çalışmaların çok azının gerçek yaşamda karşılığı vardır.

Ama bunların en önemli katkısı zihinsel gelişimde yeri olan kavramların depolanmasıdır. Hayatı ve kendimizi anlama yolunda pencerelerimizin sayısı gittikçe artar. Sorumluluk almaya başladığımızda, kavramların gücüyle ve özgüveniyle yaşamımızı devam ettiririz.  

Cıvıldama dönemindeki bir çocuğu düşünün. Zihin olarak gelişim normal bir şekilde devam etmekte. Ama dil gelişimi aynı hızla devam etmemektedir. Bir şeyler ister. Anlamını bilmediğimiz yarım yamalak kelimeler kullanır. Ama bir türlü ihtiyacını gideremez. Biz büyükler de sürekli tekrarlatmaya çalışırız. Artık çocuk belli bir zaman sonra kendini bu yolla ifade edemeyeceğini anlayınca başka tepkiler geliştirmeye başlar.  Bu tepkiler genellikle agresifleşmeyle kendini gösterir. Çünkü hem kavram yok hem de dil gelişimi oluşmamıştır.

O yüzden eğitimin en önemli özelliği süreçtir. Süreç; bir bitiş zamanı olmayan sürekli gelişim ve değişimi içinde barındıran bir kavramdır. Her bilgi bir sonraki bilgi ve deneyimi etkiler. O yüzden ölünceye kadar eğitim devam eder. Ve sadece okul ortamı ve zamanıyla sınırlı değildir. Okulun gizli hedefi, işsizliği azaltmaktır. Sistem kurumları içerisinde geçişi sağlamak ve bir sıfata sahip olma adına bu süreci yönetmedir.

Toplum olarak eğitim sorunu dediğimizde sadece okulla sınırlandırmamız, hedef saptırmaktır. Problemin doğru irdelenmesi için okulu etkileyen çevresel faktörleri iyi analiz etmek lazım. Toplum, eğitim kurumların bir sonucu olduğu gibi eğitim kurumları da toplumun bir sonucudur. O yüzden eğitim sorunlarını tartışırken sistem içi ve sistem dışı olarak sınıflandırmamız daha uygun olacaktır.

Sistem İçi;

Öğretmen;

“Bize, sözlerimizden çok yüreğimizden anlayan gerek”. Cahit Zarifoğlu

Sistem kurumlarının en önemli aktörü öğretmenlerdir. Hepimizin hayatını olumlu ya da olumsuz değiştiren, kahramanımız ya da itici birey olan bir öğretmen mutlaka vardır. Nesilleri yetiştirirken en belirleyici olan öğretmenler, yaşadığımız bu çağda genel olarak eğitimden uzak tutumların içerisinde olan bireylerden oluşmaktadır. En önemli sorun, toplum nezdinde değerinin kalmayışıdır. Bunun sebebi ise kapitalist düzenin bilgiden ziyade ekonomik yeterliliği öncelikli hale getirmesidir. Öğretmen, “bilgi mi, para mı?” ikileminden kendini kurtaracak bir yol bulmayınca, topluma hâkim olan para değeri kavramı karşısında ezilmekte ve özgüveni zedelenmektedir. Çünkü toplum, sözün doğrusunu, gücü elinde bulundurana bırakmıştır. Öğretmen de bu denklemde kendi doğrularını sorgulamaya başlayınca etkinliği kalmamıştır.

Bu düşünceden hareketle öğretmen, hizmet veren değil hizmet eden birey haline getirilmiştir. Hizmeti veren bireyde özgüven kendini gösterirken, hizmet eden de ise tabi olma, yönlendirilmeye açık olma özelliği belirginleşmektedir.

Toplumun öğretmenlere yüklediği anlamı değiştirme noktasında çabaların çok yeterli olduğu kanaatinde değilim. Öğretmenlerimizin (ciddi bir sayı) bireysel yeterlilikleri de maalesef çok iyi değil. Okumak ve araştırmak gibi bir eğitimcinin olmazsa olmazlarından yoksun olarak, bilgiye aç nesillerin karşısında günlerini tamamlamaktadırlar. Mesleğinin ilk birkaç yılında ezberlediği ve not hazırlığını yapıp papağan gibi tekrar etmekten öteye gitmeyen bir anlayışla öğrenciye verebileceği çok fazla bir şeyi bulunmamaktadır. Bu durumda öğretmen, sadece formülleri öğreten bir aktarımcıdan öteye gitmemektedir.

Kahramanımız olan öğretmenleri hatırladığımızda, en temel özellikleri okuyan, sorgulayan, araştıran, olaylara ve durumlara farklı açılardan bakabilen, analiz yeteneği olan, iletişim becerisi güçlü ve sadece kurallar için yaşamayan insanlar olduklarını görürüz.  

Belki de meslektaşlarımızın haklı sebepleri bulunmaktadır. “Devlet ekonomik şartlarımızı düzenlese böyle olmaz” diye söyleyeceklerdir. Haklıdırlar. Ancak, bu kültürel bakış açısı, oluşacak olan ekonomik doygunluğun eğitime dönüşünü hızlandırır mı acaba?

Ülkemizde, ne zamanki idari yapılanmada yer edinme kaygısı başladı, eğitim gerçek anlamını kaybetti. Çünkü eğitimciler güç adına kendilerini makam sevdasına adayınca, öğrenci merkezli anlayış, makam merkezli anlayışa dönüştü. Böyle olunca, müfredatı kâğıt üzerinde gösterecek kadar uygulayıp, raporlamasını yaparak, görevi yerine getirmiş saymaktadırlar.

Rol model olma adına biz eğitimcilerin her türlü şartlarda ayakta kalmasını sağlayacak bir güce sahibiz. O da BİLGİ’dir. Eğer bu hazineyi kullanmasını bilirsek sanırım bir toplumsal değişimi başlatabilecek bir noktaya ulaşırız.

Müfredat;

Yıllar yılı müfredat konusu ciddi problem olmuştur. Her on yılda bir müfredatla oynamalar olmuştur. Düzenlemeler yapılmıştır. Yöntemden içeriğe kadar bazı değişiklikler yapılmıştır.

En iyi müfredat konusunda değişim yapmak, öncelikle “nasıl bir insan?” yetiştirmek istediğimizin araştırılmasını şart koşmaktadır.

Bilginin ötesinde bir şeyler alan, bazı sanatları ve alışkanlıkları edinen, özen gösterme alışkanlığı kazanan, kendini ifade edebilen, yeni bir entelektüel konuma geçebilen, başkasının ne düşündüğünü anlayabilen, görüşlerinin onaylanmamasına ve reddedilmesine katlanabilen, medeni bir şekilde olumlu ya da olumsuz görüş bildirebilen, en küçük ayrıntılara dikkat edebilen, zevklerini geliştirebilen, ayırt edebilen, manen zenginleşen, zihinsel devrim ve cesaret için ve tabi ki zihinsel sağlamlık için ihtiyaç hisseden, kendisini tanıyan, öğrendiklerini hayata geçiren, yaşayan, uygulayan, hiçbir şeyi yok iken gösterdiği sabır ile her şeyi olduğunda sergilediği tavır noktasında  “nitelikli ve vefa özverisi” öne çıkan, benlik saygısı yüksek, bildikleri ile yaşayan ve gelecek nesle aktarım yapan, paylaşan insan…

Daha yeni yeni çocuk, oyun demektir, anlayışını benimsemeye başladık. Uygulamada henüz ciddi atılımların olmamasına rağmen umutluyum. Çünkü modern dünya, bu sorunu bazı değerlerden yoksun olsa bile halletmiştir. Bilgi çağının bir gereği olarak değişim bize kadar mutlaka ulaşacaktır.

Avrupa’da eğitim alan ve kızımla yaşıt olan bir akrabamın aldığı eğitimi karşılaştırdığımda ne kadar çok yüklemelerde bulunduğumuzu daha net gördüm. Dört işlemi sekizinci sınıfa kadar öğretmeyi hedefleyen sisteme karşılık biz, üçüncü sınıfta karmaşık problemleri öğretiyoruz. Zihinsel gelişime uygun olmayan bu öğretici mantık, öğrencilerde özgüveni zedeleyerek farklı arayışlara zorlamaktadır. Herkes üniversiteyi okuyacak anlamında bir düşünceye sahip değilim. Ancak eğitimin önemini idrak eden bireylerin azalmaması gerektiğinin altını çizmeye çalışıyorum. Bu anlayış hâkim olmayınca ya üniversite kaygısıyla ve zorlamasıyla bir uca ya da eğitime ve okula inancı olmayan diğer uca sürüklüyoruz.

Müfredat, yukarıdaki özellikleri merkez alacak ve toplumu uçlarda toplamayacak şekilde, insan gelişiminin bilimsel yapısına uygun olarak yeniden şekillendirilmelidir.

Sistem Dışı

Siyaset;

Ülkemizde Milli Eğitim Bakanı olarak görev yapanların eğitimci olma oranları maalesef çok düşük. Nesilleri yetiştirme pratiğinden yoksun olan bir bakanın önceliği asla eğitim olmamaktadır. Başka dengeleri gözeten bir politika geliştirmek zorundadır.

1983’ten günümüze kadar 17 Milli Eğitim Bakanı atandı. Maalesef sadece 2 tanesi eğitimci. Acaba eğitime gereken ilginin göstergesi midir bu?

Bence Milli Eğitim, partilerin tekelinden kurtarılarak bağımsız bir kurum haline getirilmeli. Her hükümetin üzerinde kadrolarını yerleştirme adına manevralarına engel olmak lazım. Bunun en önemli sonucu olarak; aynı partiden olsa bile, başlamış olan güzel projeler yarım kalabiliyor. Devamlılık olmayınca sistem yazboz tahtasına dönerek, sorunlar içinden çıkılmaz hale gelmektedir.

Sistem, her dönem kendi yandaşlarının liyakat gözetmeden atamalarını yapmaktadır. O yüzdendir ki, idari yapılanma hırsı, eğitimin önüne geçmekte ve nesiller arada kaynayıp gitmektedir.

Eğitim kökenli olmayan bir yönetim, popülist uygulamalara imza atmaktadır: Teknolojiyi boca etmek! Toplum olarak teknolojiyi kullanma konusunda açlığımızı belli bir noktaya getirmeden okullara boca etmenin pek bir faydası olmayacaktır.

Yakın bir zamanda okuduğum bir haberde, ABD’de Silikon Vadisinde çalışanların çocukları, içinde teknolojiyi barındırmayan okulları tercih etmektedirler. Sanırım buradan çıkarmamız gereken önemli dersler bulunmaktadır.

Şu ülkede eğitimin sorunları, eğitim siyasetin gölgesinden çıkmadığı, liyakatsiz kişilerin sayısı azaltılmadığı, insanların vicdanları ile barışık olmadığı sürece çözülemez.

Anne babalar;

Toplum olarak eğitime yüklenen tek anlam meslek edinmedir. Tabi ki doğal sonucu olarak sistem kurumları bu noktaya gelmektedir.

Ancak burada temel bir sorun var. Anne babalar, çocuk sahibi olduktan sonra tek görevleri çocuklarını bir meslek sahibi etmekmiş gibi, kendi kişisel gelişimlerini otuzlu yaşlarda sonlandırmaktadırlar. Bu da, ister istemez çocuklarında gizli ya da açık baskılara neden olmaktadır. Yapamadıklarımızı çocuklar üzerinden gerçekleştirmeye çalışır olduk.

Bunun en önemli sebebi kendi gelişim serüvenimizi kapatmamızdır. Sanki yaşam, evlenip, okul çağına kadar çocukları büyütüp tamamlamaktır. Sahip olduğumuz dini bakış açısını dahi önemsemeden kendimizi ihmal ediyoruz. Öğrenmenin ve gelişmenin ömrümüzün sonuna kadar devam eden bir organizasyon olduğunu bilmemize rağmen, bunu uygulayacak hayal gücünden yoksunuz.

Birçok anne baba, eğitimin içinde aktif rol peşindedir. Bu tamamen çocuğunu eğitmek yönündeki talebinin dışında, not merkezli olarak öğretmene müdahale etme ve kontroldür. Çocuğun evi yönettiği bir ailede, aynı yaşantıyı okulda devam ettirme çabası içindedirler. Çocuklarıyla ilgili öğretmenlerin gözlem ve değerlendirmeleri, birçok anne ve babanın duymak istedikleriyle örtüşmeyebilir. Bunun ne kadar önemli olduğunu unutmamak lazım.

Kültürel zenginlik,

Eğitim ve öğretimi, yaşadığınız toprakların gerçekliğinden yoksun olarak yürütemeyiz. Zengin bir kültüre sahibiz. Yer altı, yer üstü, dini, tarihi birçok motiflerle bezenmiş zenginliklerimiz bulunmaktadır.  Bu özellikleri ve değerleri, eğitimin içine entegre edemezsek aileden ve toplumdan kopuk, farklı bir dünyanın içine atmış oluruz nesillerimizi. Mesela, Sorgun’da kaplıcalar önemli yer tutmaktadır. Okulların bu alanla ilgili çalışmaları programlarına almaları, öğrencilerin aidiyetlerini arttırmaz mı?

Kültürel zenginliklerimizi eğitime entegre etmede, üniversitelere ciddi görev düşmektedir. Araştırmalarını bu yönde yaptıklarında ve eğitim organizasyonuna dâhil ettiklerinde, o topraklarda yaşayan insanların aidiyetlerini arttırmış olacaklardır. Kendi zenginliklerini bilmeyen için, uzak diyarlardaki belirsiz zenginliklerin hayali büyük önem taşır. Kendi varlıklarını küçümserler. Bir süre sonra nüfus belli başlı metropol kentlere yığılır. Büyük kentlerin sorunlarıyla boğuşup dururlar. Her rüzgârdan etkilenen ve gelişemeyen bir topluma dönüşür.

Eğitim çok genel bir kavramdır. Bu kavram sadece öğretimin gerçekleştiği dört duvar arasında yerine getirilemez. Öğretim kurumlarına sıkıştırılmaya çalışılan eğitim, asla ve asla sistem kurumlarıyla sınırlandırılmaması gereken bir süreçtir. Çünkü insani temel vasıflarımızın gelişimi ve değişimi sadece sistem kurumlarında olmamaktadır. Evde sokakta, çarşıda ve pazarda devam eden bir öğrenme süreci vardır. Önemli olan, okul dışındaki alanları eğitime dâhil edilerek, top yekûn bir değişimi sağlamaktır.

Örnek eğitim modelleri;

  • Kendine özgü (öğrencilerin niteliklerine ve seviyelerine) planı ve müfredatı olan,
  • Açık Eğitim,
  • Keyifli eğitim modeli (Oyun ve işbirliğine dayalı model),
  • İsra 84: “herkes mizacına göre iş yapar” ayetinin referansı ile öğrenci yetilerine ve öğrenme stillerine göre alt yapısı olan ilgi odaklı program,
  • Uygulamalı derslerin ve diğer derslerin kendi aralarında eşgüdümünü sağlayan bir model,
  • Paket program olarak, derslerin aylık bloklar halinde verilmesinin önünü açan bir program,
  • Şehir dışında/yatılı ve badilik sistemini öne çıkaran program,
  • İhtisas sahibi olan kişilerin, paket programlar halinde tecrübelerini düzenli olarak aktarabileceği bir rol model programı,
  • Üniversiteler ile işbirliği içerisinde sosyal sorumluluk projelerinde her öğrenciye alan oluşturmak,
  • Keşfetmeyi hedef alan eğilimleri öne çıkaran, mucitler yetiştirmek için laboratuvar olabilecek bir model
  • Kabinet sistemine uyarlanmış bir ortam,
  • Herkese hitap edebilecek, özel yetenekleri merkeze alan kulüp odaklı ( after school) model
  • Ödev yerine yıl boyu sorumluluk projelerini içeren bir akademik ve sosyal çalışma modeli

 

Recep DAĞDEMİR

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

 

Author: Yönetici