İHL’li Yıllar

Lise yılları, bir insan hayatının en belirleyici dönemlerinden biridir. En köklü arkadaşlıkların ve dostlukların temeli genellikle bu dönemde atılır. Bunun yanında, insan hayatının sonraki dönemini şekillendiren bir basamak olduğu için de çok önemlidir. Ortaokul ve lise eğitimimi aldığım 7 yıllık Sorgun İmam Hatip Lisesi maceram da benim hayatımda haliyle önemli yer tutar. İlkokul öğretmenim, mutlaka Anadolu Lisesi sınavlarına girmem gerektiğini söylediğinde, hiç düşünmeden ve tereddüt etmeden “hayır öğretmenim, ben İmam Hatip Lisesinde okuyacağım” demiştim. 11 yaşında bir çocuğu bu derece bir karalıkla bağlayan ne vardı acaba bu okulda?

1984 yılında okula kayıt olurken yaşadığım heyecanı da unutmam mümkün değil. Sonrasında yaşadığımız acı-tatlı birçok hatıra hafızamda hala capcanlı durmaktadır. 1 kilometreden fazla bir yolu günde 4 defa (öğle arasında da eve gelinirdi) çocuk başımıza bazen çamura, bazen kara bata-çıka yürümeyi, Sorgun’un soğuk kış günlerinin o keskin ayazında neredeyse donmaya yüz tutan el ve ayaklarımızı kalorifer başında ısıtmaya çalışmayı-ki o eller soğuktan dolayı ilk ders kalem bile tutamazdı-nasıl unutabilirim ki? Teneffüs aralarında bir topun peşinden elli öğrencinin birden koştuğu, o topa bir kere dokunabilmek için nasıl bir mücadele verildiği nasıl unutulur? Çünkü top (hele de basketbol topu) o kadar kıymetli ve çok az çocuğun sahip olma ayrıcalığına eriştiği bir şeydi ki teneffüslerde sadece bir top çıkarırdı nöbetçi öğretmenler. Yeni neslin anlaması mümkün olmayacak şeylerden biridir şimdi bu. Her şeyin çok kıymetli ve çok az bulunur olduğu yılların belki de son dönemleriydi 80’ler.

Öğretmenler de çok farklıydı, ya da bize öyle gelirdi. Mesleğini seven, idealist öğretmenlerin hala var olduğu, öğrencinin öğretmenine karşı – buna ister çekinmek, ister korkmak, ister değer vermek deyin – büyük saygı duyduğu yıllardı. Öğretmenlerimizi okul dışında, sokakta, çarşıda gördüğümüzde elimiz ayağımız birbirine dolaşır, ne yapacağımızı bilemezdik. Öğretmenler de sorumluluklarını sadece okulla sınırlamaz; okul dışında da öğrencilerini kollar, kötü alışkanlıklar edinmesinler diye kahve köşelerini vs. kolaçan ederler, camileri dolaşır, kimin namaz kıldığını kimin kılmadığını bilirlerdi. İmam Hatip öğrencisinin namaz kılmaması hiç hoş karşılanmayan bir durumdu ve özellikle okul idarecileri ve meslek dersleri öğretmenleri bu konuda çok hassas davranırlardı.

İmam Hatiplilik bir taraftan da üzerimize ağır yükler yüklerdi. İnsanın kanının kaynadığı, ergenlik ve ilk gençlik çağlarında da olsa, İmam Hatip öğrencisine çizilmiş kırmızı çizgiler vardı: İmam Hatipli sigara içemez, kahveye gidemez, bilardo salonuna ve hele hele sinemaya asla gidemezdi. Top oynamak vb. “faydasız işleri” bile ancak makul sınırlar çerçevesinde yapabilir, gayri ahlaki hiçbir faaliyetin içinde yer alamaz, hülasa toplumun onlar için çizmiş olduğu modelin ve beklentilerin dışına çıkamazdı. Sayıları çok az da olsa bu sınırların dışına çıkanlar çok çabuk deşifre olurlardı. Çünkü Sorgun o zamanlar 20,000 nüfuslu, hemen hemen herkesin birbirini, birbirinin ailesini tanıdığı bir kasabaydı. Bir yanlış yaptığınızda bunun ailenizin, okul idarecilerinin ya da öğretmenlerinizin kulağına gitmesi kaçınılmazdı. Tüm bunlar öğrenci üzerinde ciddi bir baskı oluştururken, diğer yandan da yanlış alışkanlıklar edinmemesi için bir emniyet sübabı vazifesi görürdü. Tüm bu faktörlerden dolayı, kötü alışkanlıklara meyyal olan öğrenciler bile kendilerini dizginlemek zorunda kalırlardı.

***

Anadolu insanının İmam Hatip ve İmam Hatipliye göstermiş olduğu ilgi, teveccüh ve ihtimamı anlayabilmek için Cumhuriyet sonrası din eğitiminde yaşanan sorunları bilmek ve bu sorunların toplumda açmış olduğu tahribata vakıf olmak gerekir. Tevhid-i Tedrisat’la birlikte medreseler ve tekkeler kapatılmış, Osmanlı’nın geri kalmasında önemli payı olduğu düşünülen din ve haliyle eğitimi de geri plana itilmişti. Öyle ki, bir dönem camilerde namaz kıldıracak, cenazeleri kaldıracak ve halkı dini konularda bilgilendirecek hoca bulmakta sıkıntı yaşanmaya başlamıştı. Bu anlayış 1950’lere kadar egemen olmuş, ancak İmam Hatip okullarının açılmasıyla resmi manada din eğitimi verilmesine tekrar başlanabilmiştir. Dinin insan ve toplum üzerindeki tesirini kavramaktan uzak ve bu konuda toplum algısını zorla değiştirebileceğine inanan bir zihniyetin bir dönem ülke yönetimine hakim olması bir talihsizliktir.

1950’lerden 2000’lere, özellikle darbe dönemlerinde İmam Hatip Liselerine, ders müfredatına, öğretmen atamalarına vs. müdahale edildi ve İmam Hatipler adeta günah keçisi ilan edildiler. Bu tür haksızlıklar 28 Şubat’la birlikte zirveye çıktı. Ülkenin içinde bulunduğu zorlukların ve sorunların sanki en önemli sebebi bu okullarmış gibi, önce İmam Hatip Liselerinin orta kısımları kapatıldı ve sonrasında da eşi benzeri görülmemiş bir katsayı uygulamasıyla buralardan mezun olan öğrencilerin üniversiteye girmelerinin önüne büyük engeller çıkarıldı. Bu süreçte bir çok gencin hayatı karartıldı ve travmatik hikayeler yaşandı. Bunun neticesinde, İmam Hatip Liselerinde okuyan öğrenci sayısı 28 Şubat öncesinin 10’da 1’ine kadar indi.

Bu haksızlıklar ancak yakın zamanda giderilebildi ve halk da İmam Hatip Liselerine çocuklarını tekrar göndermeye başladı. Bu okullara çocuğunu gönderen ailelerin temel beklentisi; çocuklarının buralardan mezun olduktan sonra üniversite için gerekli altyapıyı almaları ve dini ilimlerde temel düzeyde de olsa donanım sahibi olmalarıdır. Eğitim kalitesi sorgulansa da (ki bu ülkemizin ana meselelerinden biridir) bu işlevi İmam Hatip Liselerini halk gözünde cazip hale getiriyor. Son yıllarda hızlı bir şekilde İmam Hatip Okulu açarak geçmişte yaşanan olumsuzluklar belki de telafi edilmeye çalışılıyor. Lakin burada dikkat edilmesi gereken nokta; popülist kaygılardan ziyade, ihtiyaç ve talep doğrultusunda ve her şeyden önemlisi verilen eğitimin kalitesini önceleyen bir anlayışla hareket etmektir. Bu anlayışın milli eğitim felsefesine hâkim olması olmazsa olmazdır.

Abdullah ALPAYDIN
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Author: sevare