“Kendim Ettim, Kendim Buldum”

Rahmetli Neşet Ertaş’ın “Kendim Ettim, Kendim Buldum” adlı meşhur türküsü bana nedense insanoğlunun dünya serüveni boyunca başına gelenleri en iyi ifade eden sözlerden biri olarak gelir. Aşağıda değineceğim yeme-içme/beslenme alışkanlıklarımızda ve yemek kültürümüzde yaşanan değişimler ve etkileri de yine en güzel bu sözlerle ifade edilir diye düşünüyorum.

40-50 yıl öncesine kadar Anadolu insanı yediği şeylerin çoğunu kendisi yetiştirmekteydi/üretmekteydi. Nüfusun önemli kısmının en azından kendine yetecek kadar tarlası, bağı, bahçesi, büyükbaş/küçükbaş hayvanı, kümes hayvanı vardı. Kırsal bölgede yaşayan halkımız ekmeğini kendi tarlasında yetiştirdiği buğdaydan elde ettiği katkısız undan; sebzesini, meyvesini kendi bahçesinden; peynirini, tereyağını, yoğurdunu kendi hayvanından kendi sağarak elde ettiği sütten; yumurtasını yine kendi kümesindeki hayvandan temin ederdi.

Eskilerin anlattığına göre, elde imkan olduğu halde o devirlerde parayla gıda ürünü satın almak (şeker, tuz, vb. temel ürünler istisna olmak üzere) ayıp karşılanır, bu şehirlilere mahsus bir davranış olarak görülürmüş. Şehirlerde yaşayanlar da köylülerin pazara getirdiği ürünlerden satın alarak doğal ürünlere kolaylıkla ulaşabilirmiş. Şimdi bu lükse sahip olan aramızda çok az insan kaldı. Hala elinde bu imkanı olanlar da şehirlere taşındığı için ekip biçmekten vazgeçmiş durumda. Tarım ürünlerinde, ette her geçen gün daha dışa bağlı hale gelmemizin sebeplerinden biri bu olsa gerek.

Bugün evlerimiz envai çeşit gıda ürünüyle dolu. Damak tadımız beslenme alışkanlıklarımız hızla değişiyor. Lakin tüketmekte olduğumuz bu ürünlerin çok büyük kısmı işlenmiş/paketlenmiş fabrikasyon ürünler. Bu ürünler endüstriyel/ticari/ekonomik sebeplerden dolayı uzun ömürlü olmak zorunda olduğu için kaçılmaz olarak koruyucu vb. insan sağlığına zararlı birçok katkı maddesi içeriyor. Meyve/sebze gibi doğal olduğunu düşündüğümüz ürünlerde de benzer kaygılarla hormon, tarım ilacı vb. kullanılıyor.

Tohum konusu, GDO meselesi ve bu alanda dönen oyunlar apayrı ve bu kısa yazıyla içinden kolayca çıkamayacağımız çok derin mevzular. Bu konuda sadece şunu söylemek isterim: Genetiği değiştirilen şey gıda maddeleri değil insanoğludur!

Son zamanlarda lügatimize kazandırılan kavramlardan biri de “gıda terörizmi”. Vatandaşın ekonomik ürün talebini/ihtiyacını sömüren simsarların süt içermeyen peynir, tereyağı; et içermeyen salam, sosis; bal içermeyen bal ürettiklerini hayretle izliyor, bu adamlar keşke bu yeteneklerini (!) milletin faydasına kullansalar diye hayıflanmadan geri duramıyorum. Bir taraftan da bu durumun doğal olanla bağlarımızı koparmanın diyeti olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Konu bağlamında bahsedeceğim bir başka mesele fast-food (hızlı yemek). Hamburger, pizza, kızarmış tavuk gibi ürünlerle başlayan hızlı yemek kültürünün ülkemize girişinin mazisi taş çatlasa 30 yıl. Lakin bugün neredeyse Anadolu’nun en ücra şehrinde bile fast-food zincirlerinin bir şubesini görmek mümkün. Fast-food anlayışı; döner, köfte, hatta simit başta olmak üzere yerel/geleneksel ürünlerimizin de benzer konseptle zincir şubeler şeklinde yaygınlaşarak sektörleşmesinin önünü açtı. Sektörleşmesine diyeceğimiz bir şey yok elbette ama bu model bize has bir model değil. Demek istediğim, fast-food sadece kendi kültürünü getirmekle kalmayıp, geleneksel yemek kültürümüzü de dönüştürdü. Atıştırma, ayakta yeme hep bu kültürün ürünleri. Kültür emperyalizminin mantığı da böyle işler zaten. Sömürüye elverişli hale getirmek için önce insanların beğenileri, tercihleri, alışkanlıkları, damak tatları tektipleştirilir. Sonra da onları diledikleri ürünün gönüllü müşterisi yaparlar. Türkiye’de de faaliyet gösteren Amerikalı bir fast-food zincirinin dünya genelinde 118 ülkede 34,000’den fazla restoranı olduğu ve bu restoranları günlük ortalama 58 milyon müşterinin ziyaret ettiğini belirterek bu konuyu kapatalım (Kaynak: Bahsi geçen firmanın websitesi).

İnsan, ne yiyorsa odur. Tüm bunların bir maliyeti olması kaçınılmaz. Elbette başka birçok faktörün yanında bilinçsiz hazır gıda tüketimi, insanların çok genç yaşlardan itibaren kanser, şeker, tansiyon vb. ciddi hastalıklara maruz bırakıyor. Dünya Sağlık Örgütü ve Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın verilerine göre 2008 yılında dünya genelinde 12 milyon kişiye kanser teşhisi konulurken, bu rakam 2018 yılında 18,1 milyona ulaşmış durumda. 2030 yılında ise 26 milyonu aşacağı tahmin edilmektedir. Önümüzdeki yıllarda karşılaşacağımız bu artışın önemli bir bölümü ne yazık ki – ülkemizin de dahil olduğu – gelişmekte olan ülkelerde görülecektir (Kaynak: T.C. Sağlık Bakanlığı websitesi).

Türkiye Diyabet Vakfı’nın verdiği bilgilere göre, diyabet tüm Avrupa ülkeleri içinde en hızlı artışı Türkiye’de gösteriyor. Diyabet hastalarının sayısı açısından ise Türkiye, Avrupa genelinde Rusya ve Almanya’nın ardından üçüncü sırada. Türkiye Diyabet Vakfı, Türkiye’de bugün yetişkin nüfusun yaklaşık yüzde 15’inin diyabet hastası olduğunu söylüyor. 1997-1998 yıllarında yapılan Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans Çalışması (TURDEB 1) ve bu çalışmanın Ocak-Haziran 2010’da yapılan tekrarı TURDEB 2’den elde edilen sonuçlar, Türkiye’de diyabet hastalığının nasıl bir hızla arttığını gösteriyor. On yıllık bir süre zarfında diyabet hastalarının oranının yaklaşık yüzde 100’lük artış göstererek yüzde 7,6’dan yüzde 13,4’e çıktığını söylüyor (Kaynak: BBC).

Yukarıdaki rakamlar tehlikenin boyutunu apaçık ortaya koyuyor. Bahsi geçen hastalıklardaki hızlı artış insanın aklına ister istemez ilaç endüstrisini getiriyor. Belki biraz komplo teorisi olacak ama gıda endüstrisi (buna temizlik, kozmetik endüstrisi gibilerini de ekleyebiliriz) sanki ilaç endüstrisinin değirmenine su taşıyor. Bir taraf insan sağlığını bozan ürünler üretirken, diğer taraf da tedavi edecek ürünler üretiyor, ne kadar tedavi ettikleri tartışmalı olsa da! Büyük fotoğrafa baktığımızda ise aslında insanoğlunun doymak bilmeyen daha çok kazanma hırsını görüyoruz. Korkarım ki bu da insan soyunun sonunu hazırlıyor.

Artık yavaş yavaş bilinçlenen tüketiciler durumun geç de olsa farkına vardı ama bu döngüyü/çarkı geri çevirmek zor görünüyor. Birçoğumuzun kendi gıdasını üretme imkanı olmadığı gibi, doğal/organik etiketiyle üretilip satılan ürünler de pahalı olduğu için her bütçeye hitap etmiyor. Her şeye rağmen bu konuda her bir ferde önemli sorumluluklar düşüyor. Bizi kuşatmış şartlara esir olmadan, tükettiğimiz her gıdayı inceleyerek, araştırarak imkanlarımız çerçevesinde en doğal olanı aramaktan vazgeçmemeli, işlenmiş gıdayı mümkün olduğunca evlerimize sokmamaya gayret etmeliyiz.

Abdullah ALPAYDIN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Author: Yönetici