Özgür Olduğun Kadar Mutlusun

Her konuştuğumuzda hep kurduğumuz bir cümle vardır: “Çocukluğumdaki tadı alamıyorum.” Evet doğru alamıyorum, alamıyoruz.

Huzur ve mutluluk çocukluğun verdiği tat değil de özgürlüğün verdiği haz gibi duruyor sanki.

Çocukluğumuza bakıyorum ve şimdiki çocukların yaşadıkları ile kıyaslıyorum.

İlkokul birden itibaren kendimiz okula giderdik, annemiz ya da babamız götürmezdi, ya da servisimiz yoktu, komşuların çocukları ile karışır giderdik.

Yolda koşuşturmaca, şakalaşma, oyunlar derken akşam olunca pertimiz çıkar ilk akşamdan bayılır, uyuya kalırdık.

Çok arkadaşımız olurdu, çok şey paylaşırdık ama hepsi gerçek ve canlı, sanal/sosyal medya arkadaşı nedir, fiili olmayan paylaşım nedir bilmezdik çünkü.

Babamıza annemize oyuncak almadığı için hiç küsmezdik, çünkü biz kendi oyuncağımızı kendimiz yapar, üretir ya da bulurduk.  Pelüşten ya da plastikten, ağlayan bebek ya da havlayan köpek değildi oyuncaklarımız.

Her mevsim farklı bir oyuncağımız/oyunumuz olurdu; bahar ve sonbaharda bilye (yeni deyimle misket) hem de her çeşidinden oyunları ile kuyu, tumba, baş, üçgen… Çamurdan bile oyunlar oynardık, çamur patlatmaca, çamurdan ev araba, adam yapardık.

Biraz daha sıcaklar artınca ayı çevirirdik (topaç). Şemşamerler (ay çekirdeği) uzayınca sapından araba yapardık. Yazın top oynamanın dibine vururduk. Tornet denen bir bineğimiz vardı mesela (şimdi çocuklarımıza nasıl tarif edeceğimizi bile bilmiyoruz). Gece oyunları da ayrıydı “bum” oynardık mesela.

Kış geldiğinde kayak için Uludağ, Kartepe falan bilmezdik. Yapabilirsek kızak, yapamıyorsak leğen ya da muşamba ile kayardık, kardan kale yapar savaşlar yapardık.

Elimizdeki en elektronik şey Stempo saatti. Atariyi yılda ya da birkaç yılda bir gelen gezici panayırlarda görürdük.

Şimdi çocukların beğenmediği ya da artık yavaşladı baba değiştirelim dediği tabletler yoktu dünyamızda. Oyunlarımız gerçekti ve birden fazla kişi ile gerçek hayatta oynanırdı.

Akşamları babamızın ya da annemizin cep telefonları ile oyun oynamak için kardeşlerimizle kıyasıya mücadelemiz olmazdı ve her evde kişi sayısı kadar telefon yoktu. Telefon mahallede tek tük evde ya da bazı iş yerlerinde olan sabit ve ulaşılması güç ve prestijli bir cihazdı.

Mahallede tüm büyükler her çocuğa büyüklük yapardı. Herkes herkesi sahiplenirdi; kimse “Sana ne benim çocuğumdan?” demez, hiçbir çocuk da “Sen anam mısın, babam mısın, bana ne karışıyorsun?” demezdi.

Öğretmen kutsaldı; en saygıdeğer, eti onun kemiği ailemizindi, öğretmenin öğrenciye en ufak bir ses yükseltmesinde ailemize şikayet etmez ortalığı ayağa kaldırmazdık.

Siyaset dediğimizde aklımıza gelen tek şey bir elektrik direğinden diğerine astığımızı parti bayrakları idi. Bilmezdik siyasetin üst akıl oyunları olduğunu…

Hep özgürdük ve güvendeydik; hiç birimizin annesi babası camdan sürekli kontrol etmez, göz hapsinde tutmazdı. Sürekli camdan bakıp da; “Neredeler, aşağıda görünmüyor çocuklar” diye endişe etmezdi. “Ya yan komşuda ya da yolda oynuyorlardır” der ve geçerlerdi.

7-8 yaşlarında aileye katkı için tartıcılık, ayakkabı boyacılığı yapar, simit satar, pazarda poşet satar ya da el arabacılığı yapardık. Eğer baba esnafsa ona yardıma dükkana gidilirdi, kimse “Bu yaşta dışarı çıkamazsın ya da “Daha yaşın kaç?” demezdi. Şimdi bırakın 8-10 yaşlarındaki çocuğu, yirmi yaşındaki genç için duyulan kaygı ve türlü endişeler yoktu o zamanlar…

Özgürlük ve hür olmamızdı çocukluğumuzdaki ağzımızda kalan tat. O anki kadar özgür olabilirsen ve o anki kadar güvende isen o lezzetleri yeniden alırsın belki.

Şimdi hep geçmişimizi özlüyor ve hayıflanıyoruz. Sanki iki faklı alemde, iki faklı dünyada, hatta bazen Araf’ta kalmış henüz tam adresleyememiş yaşadığı alemi ruhumuz, kalbimiz..

Beden doyduğu yerde; ruh doğduğu&olduğu yerde… Belki sayısız imkanlar, etkenler, faktörler doyduğu yerde; sadelik, yalınlık ve saflık doğduğu yerde… Strateji, plan, akıl oyunları, hedef, gelecek kaygısı doyduğu yerde; hayırlısı, sabah ola hayrola doğduğu yerde… Yalan, tiyatro, sahte ifade, adam satma ve her türlü düzenbazlık doyduğu yerde; samimiyet, doğruluk, ahde vefa doğduğu yerde…

Her bir beden sanki sürülmüşçesine farklı diyarlara, ruh eskide, özlem geride kalanda oldukça ve kıyasladıkça o en zirve duygularla şimdiki anını, çok zor sanki o hazzı almak ve o yaşadığın mutluluğu tatmak.

Özgür olduğun kadar mutlusun, güvende olduğun kadar huzurlu.

 

Salih ŞAHAN

Author: Yönetici