Rauf Yücel’in Anılarında Yeşilyurt

Bu yazı, 1946 yılında Yeşilyurt İlkokulu’na kayıt olan ve bu okuldan mezun olan Prof. Dr. Rauf Yücel’in Sorgun’dan Çıktım Yola/Anılar (1) adlı kitabında yer alan Yeşilyurt ile ilgili bölümlerden alınan “aynen alıntılar”dan oluşmaktadır:

“Baharla birlikte Sorgun’a devletin kısmi bir yatırımı başlamıştı. İlk etapta Delibaş Deresi üzerine kalın kalaslarla tahta bir köprü yapılması, çarşı içinden geçen şosenin Arnavut kaldırımı ile döşenmesi, Çay Mahallesi’ne bir kaymakam evi ve mezbaha inşası, şosenin güney tarafında ve kasabanın doğu kesiminde kamuya ait bir alanın Millet Bahçesi (park) haline dönüştürülmesi, yine kasabanın doğu çıkışında, hamam yolu üzerindeki eski mezarlığın yerinde bir ilk mektep binası ile iki halkevi binası yaptırılması planlanmış ve peyderpey uygulanmaya başlanmıştı. Bu yatırımlar ancak üç yıl içinde tamamlanabilecekti.”

“Yapım aşamasında ilk mektep binası iki kez yanmış ve müteahhit oldukça mağdur duruma düşmüştü. Halk hemen bu yangına bir gerekçe bulmuştu. Zira mezarlığın üzerine yapılan bu yapıyı, orada yatan yüzlerce mevta ve kimi evliya istememiş ve böylece yangın çıkmış oluyordu. Bu efsane yıllarca halkın dilinde dolaşıp durmuştu. Oysa inşaat başlamadan önce mezarı bilinen kişilerin yakınları mezarları açarak kemiklerini yeni mezarlığa taşımışlardı. Bu mezarlar arasında, büyük hoca olarak bilinen Hacı Ahmet Efendi’nin mezarı da vardı. Yangınlar, belki dikkatsizlik sonucu tesadüfen, belki de kötü niyetli kişilerin kundaklaması sonucu çıkmıştı.”

“Yeşilyurt İlkokulu’nun taş duvarla çevrili geniş bir avlusu ve okulun arkasında da, en az iki dönümlük bahçesi bulunurdu. Bu bahçe okulun hademeleri tarafından ekilir, dikilir ve Başöğretmenin yararlanmasına sunulurdu. O yıllarda okul müdürüne “Başöğretmen” denirdi.”

“Yine şose üzerinde, okulun doğusunda ve aynı sırada, zemini yerden hayli yüksek, iki taş bina daha vardı. Bu binalar, 1930’lu yıllarda Halkevi ve parti binası olarak yapılmıştı. Bunlardan ilkokula yakın olanı şimdi ortaokul olarak, ikincisi sağlık dispanseri olarak hizmet vermekteydi.”

“Yıl 1946, sonbahar mevsimi. Okullar açılalı birkaç gün olmuştu. Babam Yusuf abime; “Yarın kardeşini de mektebe götür” diye talimat vermişti. Yusuf abim, ikinci sınıfta kaldığı için aynı sınıfı tekrar edecekti. Üç yıldan beri okula devam ettiğinden bayağı okulun kıdemlisi olmalıydı. Onu iki yıldan beri okutan Edip Otan bu sene başöğretmen olmuştu ve onları Ali Rıza Bey okutacaktı. Sabah kalkınca, abimle kestirmeden okulun yolunu tutmuştuk. Bacağımda nasıl bir pantolon vardı bilmiyorum ama ayaklarım çıplaktı. Sırtımda uzun kollu, tirşe renkli, el örgüsü yün bir kazağım vardı. Çocukluğumuzda, burnumuz devamlı aktığı için, sümüğümüzü hep kollarımıza silerdik. O nedenle kazağımın her iki kolunda da kurumuş sümük kalıntıları vardı. Abim, bu halimle okula gitmenin ayıp olduğunu düşünmüş olmalıki, Eğriöz Çayını geçerken akan suda kollarımın kirini yıkadığımızı ve öylece ıslak ıslak okula gittiğimizi hatırlıyorum.”

“Abim bir öğretmeni görerek, “Kardeşimi okula yazdırmaya getirdim öğretmenim” demişti. O öğretmen beni almış, bir kaç öğretmenin bulunduğu bir odaya götürmüştü. Anlaşılan beni kaydedeceklerdi. Adımı soyadımı, ana ve babamın adını sormuşlar, hepsini yanıtlamıştım. Yaşımı sorduklarında, “yedi” demiştim. Mahallem sorulduğunda, “Yukarı Evler” diye cevaplamıştım. Oradakilerden birisi, Çay Mahallesi diye düzeltmişti. O kayıt anımı, bugünmüş gibi anımsıyorum. Sonra beni, bizi okutacak, adı Şamil Bey olan öğretmene teslim etmişlerdi.”

“Şamil Bey güleç yüzlü, çok hoş, yakışıklı bir öğretmendi. Daha o anda öğretmenimi sevmiştim. Beni almış, okulun batı ucunda, giriş katındaki büyük bir sınıfa götürerek, sonradan, adının Mükerrem olduğunu öğrendiğim bir çocuğun yanına oturtmuştu. Sınıfımız bana çok kalabalık görünmüştü ve oradaki çocuklardan hiç birisini tanımıyordum. Mükerrem’e bazı şeyler soruyordum ama hiç yanıt vermiyordu. Kalemi sıradan aşağı düşmüş, üç gün boyunca eğilip de almamıştı. O kadar sessiz ve konuşmayan bir çocuktu.”

“Okula başladığım ilk günlerden aklımda kalanlar bunlardı… Okulumu çok sevmiştim. Her gün sıraya dizilip sınıflarımıza girişimiz, öğretmenimizin sınıfa girişinde “Günaydın çocuklar!” dediği zaman hep birlikte “Sağol!..” deyişimiz benim çok hoşuma giderdi. Her gün yeni bir şey öğreniyorduk. Öğretmen sınıfa girince ilk işi isim yoklaması yapmaktı. Hâlâ hatırımdadır: “1-Sevim Kırdemir, 3-Sümer Aşıcı, 7- Behzat Tuncer…” Adı okunan çocuk “Burda!..” diye bağırırdı. “110 Rauf Yücel”: Bu kez ben “Burda!.” diye seslenirdim. Sınıfımızın en büyük çocuğu Osman Gülle adlı bir oğlandı. Sanırım yaşı en az 14-15’ti. Bir gün öğretmenimiz “Yalancı Çoban” hikâyesini sınıfta temsili olarak bizlere oynatmıştı. Osman, çoban rolündeydi. O gün bizler için çok eğlenceli geçmişti. Öğretmenimizin Osman’a, sınıfın içinde davul çaldırdığını hatırlıyorum. Günler ilerledikçe, harfleri ve rakamları öğreniyor ve bunları defterimize sayfalarca yazıyorduk. Bu harf ve rakamlardan bazen da evden götürdüğümüz kibrit çöpü ve kuru fasulye taneleri ile sıraların üzerinde şekiller yapıyor ve öğretmenimize beğendirmeğe çalışıyorduk. Nedense, fasulye ile üç rakamını oluşturmak bana zor gelmişti. Öğretmenimiz, “Önce büyük B yap, sonra B’nin sol yanındaki dikmeyi kaldırınca geriye kalan şekil üç olur” diye pratik 3 yazmayı öğretmişti bana.”

“Hiç unutmuyorum: Ona yakın olmak, onun ilgisini çekmek için ne çok soru sorardık öğretmenimize… Fakat o, hiç üşenmeden yanımıza gelir, sabırla bizlerle ilgilenirdi. Kurşun kalemimizin ucu kütleştiği ya da kırıldığında, öğretmenimize açtırırdık uçlarını. Birisi öğretmene kalemini açtırmaya gittiğinde, en az beş altı çocuk “Benimkini de aç öğretmenim!” diye sıraya dizilirdik.”

“Hatırladığım kadarıyla önce harfleri, sonra heceleri öğrenmiştik. Öğretmenimiz her sesli ve sessiz harfle oluşan yüzlerce hece seçeneği hazırlayıp fişlere yazıyor, bizler de o fişleri defterimize geçiriyor ve onları öğreniyorduk. Bir gün beni tahtaya kaldırıp orada asılı bulunan bütün fişleri yüksek sesle okuttuğunu ve sonunda bana “Aferin!” diyerek sınıfta alkışlattığını hiç unutamam. Giderek heceleri birleştirip basit sözcükler ve basit cümleler kuruyorduk. Bir kış günü dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Kar tanelerinin çok güzel desenler oluşturduğunu söylüyordu öğretmenimiz. O güne dek hiç dikkat etmemiştik karın desenli olduğuna. O güzel kar şekillerini daha belirgin izlememiz için öğretmenimiz, üzerinde lacivert ceketi olan Terzi Hüsnü’nün oğlu Mustafa Alan’ı bahçeye çıkarmış ve üzerine kar yağması için üç beş dakika bekletmişti. Sonra sınıfa geri çağırmış ve bizlerin kar tanelerini görmemizi sağlamıştı. Gerçekten de kar tanelerinin çok farklı biçimlerde olduğunu gözlemlemiştik. Mustafa, esmer ufacık bir oğlandı. Unutmuyorum, sınıfımızdaki kızlar onu, “Mustafa Alan, sınıfta kalan!” diye kızdırırlardı. Yine bir gün, okulun önünden, davul zurna çalarak düğün alayı geçiyordu. Öğretmen “Nedir bu ses çocuklar?” deyince, hep bir ağızdan “Düğüüün!” diye bağırmıştık. Ancak düğünün nasıl yazıldığını bilmiyorduk. Öğretmenimiz tahtaya “DÜĞÜN” yazarak, yumuşak G’nin sözcük içinde kullanımını göstermişti.”

“Benim en çok sevdiğim ders “Hayat Bilgisi” idi. Öğretmenimiz bizleri her konuda yüreklendirir, günlük olayları ve gözlemlerimizi anlatmamızı isterdi. Ben daha çok bizim kuzulardan söz açar, onları nasıl otlattığımı anlatırdım”

“Ekim ayı başlarında okullar açılmıştı. Ben, bu sene ikinci sınıfa gidiyordum. Çok sevdiğim öğretmenimiz Şamil Bey, tayini çıkıp Sorgun’dan ayrılmış, bizi Bekir Bey okutmaya başlamıştı. Kısa sürede Bekir Bey’e de alışmış, bu öğretmenimizi de sevmeye başlamıştık. Bekir Bey uzun boylu, pembe suratlı bir insandı. Kulakları birazcık ağır işitiyormuş. Biz onu pek fark etmezdik. İkinci sınıfta neler öğreniyorduk, hangi konuları işliyorduk, doğrusu hiç hatırlayamıyorum. Aklımda kalan, mahallemizden muhacir Salih ustanın oğlu Süleyman’la aynı sırada, birlikte oturmamız ve teneffüse çıktığımızda da birlikte kovalamaca oynamamızdı.”

“Kocaman bir yaz geçmiş, okullar yeniden açılmıştı. Bu sene ben üçüncü sınıfa gidiyordum. Bizi yine Bekir Bey okutuyordu. Sınıfımız kaç kişiydi, pek hatırlamıyorum ama sınıf çavuşumuz Cemil adlı bir oğlandı. Sanırım Cemil, bizlerden üç dört yaş daha büyük olmalıydı. Öğretmenimiz gelmediği ya da geç geleceği zaman sınıfın yönetimini bu Cemil teslim alırdı. Sınıfta öyle bir otorite kurardı ki nefeslerimizi dahi çok yavaş alırdık ve sınıfta çıt çıkmazdı. Cemil bu disiplini nasıl sağlardı, doğrusu hâlâ bilmiyorum. Öğretmen bir an önce gelse de bu cendereden kurtulsak diye düşünürdüm. Öğretmen gelince, hepimiz özgürlüğümüze kavuşmuş gibi pervasızca hareket eder, konuşur ve yüksek sesle gülerdik.”

“Yusuf abimlerin öğretmeni yine Ali Rıza Bey’di. Kanımca Ali Rıza Bey okulun en vicdanlı, en baba öğretmeniydi. Biz çocuklar, kış günleri erkenden okula gittiğimizde, okulun bahçesinde bekletilir, içeri alınmazdık. Öyle çok üşürdük ki elimiz ayağımız donardı. Genellikle zil çalmaya üç beş dakika kala kapıları açarlardı. Öğretmenler birer ikişer içeriye girer, çok üşüdüğümüzü belirtmemize karşın bizlerin halinden hiç anlamazlardı. Ancak Ali Rıza Bey geldiğinde, kapıları hademeye açtırır, hepimizin içeriye girmesini sağlardı. Niye diğer öğretmenler bizleri üşütürdü, hâlâ anlamış değilim.”

“Bir gün ders esnasında sınıfa yabancı biri girmiş, öğretmenimizin yüzü kıpkırmızı olmuştu. Bu kişinin müfettiş olduğunu sonradan öğrenmiştik. Bir kaç dakika öğretmenimizle bir şeyler konuşmuşlar, sonra öğretmen arka sıralara geçip oturmuştu. Müfettiş, öğretmenimize göre daha yaşlı ve güler yüzlü bir adamdı. Bizimle biraz konuştuktan sonra hepimize bir matematik sorusu sormuş ve “yanıtını gelip kulağıma söyleyeceksiniz” demişti. Ben hemen aklımdan yanıtı bulmuş ve herkesten önce müfettişin yanına giderek eğilen müfettişin kulağına sayıyı söylemiştim. Sonra diğer çocuklar birer ikişer gelip müfettişin kulağına yanıtları söylemişlerdi. Müfettiş, duyduğu yanıtlara göre kimini benim arkamda, kimini de başka bir çocuğun arkasında sıraya dizmişti. O arada öğretmenimizle göz göze gelmiştik ve bana tebessüm etmişti. Müfettiş herkesten yanıtları alınca sonucu açıklamış, benim grubumdakilerin soruyu doğru, öbür grubun yanlış yanıtladığını söylemişti. Hatırımda kaldığı kadarıyla sınıfın yarıya yakını müfettişin sorusunu doğru bilmişti. Müfettiş ayrıldıktan sonra öğretmenimiz bana sorunun ne olduğunu sormuş, ben de söylemiştim. Daha sonra öğretmen doğru yanıtın nasıl bulunacağını bütün sınıfa açıklamıştı.”

“İlkokulu okuduğum sürece hatırlıyorum, öğretmen bir şey sorduğu zaman parmağım hep havada olurdu. İsterdim ki bütün soruları ben yanıtlayayım ve çoğu kez de ayakta dururdum. Nedense sorular bana çok kolay gelirdi. Sınıfta öğretmeni can kulağı ile dinler, verdiği ev ödevlerini de hiç aksatmadan hemen yapardım. Belki o şekilde konuları sıcağı sıcağına öğreniyor ve aklımda tutuyordum”

“Öğretmen sınıfta her hafta bir dergi dağıtırdı ve daha çok konular bu dergilerden işlenirdi. Hiç unutmam, derginin fiyatı 7,5 kuruş idi ve ben her sayısını alamazdım. Çünkü babam para veremezdi. Ancak iki haftada bir alırdım. Alamadığım haftalarda, Sevim Dölek’in dergisini bir günlüğüne ödünç alır, ödevlerimi yapar, ertesi günü götürür Sevim’e geri verirdim.”

“Eskiden Cumartesileri yarım gün okula giderdik. Hiç unutmuyorum, öğleden sonra bütün çocuklar bizim evin arkasında toplanmış, oyun oynuyorlardı ve cıvıl cıvıl seslerini duyuyordum ama bir taraftan da yazılı ödevimi bitirmek istiyordum. Zira Pazar sabahı ödünç aldığım Sevim’in dergisini geri verecektim. Herhalde bir saatten fazla çalışmış, ödevimi bitirmiştim. Arkadaşlarımın seslerini duymayayım diye kulaklarımı tıkadığımı hatırlıyorum. O yaşta bu ne biçim bir sorumluluk ise? Sonradan ben de oyuna katılmış, akşama kadar oynamıştık.”

“Öğretmenin dağıttığı haftalık dergilerin içinde çok güzel renkli resimler, çok hoşumuza giden öykü ve masallar ve de çok lirik ve etkileyici şiirler olurdu.”

“Sonbahar gelmiş, okullar yeniden açılmıştı. Bu sene 4. sınıfa gidiyordum ve öğretmenimiz yine Bekir Beydi. Sınıf mevcudumuz çok az olmalı ki bize zemin katta öğretmen odasının yanındaki küçük sınıfı vermişlerdi. Kaç öğrenciydik pek hatırlamıyorum ama sınıfta sadece üç kız öğrenci olduğunu anımsıyorum.”

“Okullar açıldığında, öğretmenimiz Bekir Bey’in artık okulda olmadığını anladık. Onun yerine, bizim 5. sınıfa, İhsan Taylan adlı bir öğretmen gelmişti. İhsan bey de Bekir Bey gibi babacan, deneyimli bir öğretmendi. Kısa sürede kendisine alışmıştık. Bir önceki sınıftan çok mu kalan oldu ya da başka yerlerden atanan memur çocukları mı geldi bilemiyorum, sınıfımız çok kalabalıklaşmıştı. O nedenle okulun batı cephesinde ikinci kattaki büyük sınıf ayrılmıştı bizim için. Birinci sınıfı da onun altında, eşit büyüklükteki derslikte okumuştum. Tam anımsayamıyorum ama sınıfımızda en azından on, on iki kız öğrenci vardı. Tüm mevcudumuz, herhalde otuz beş, kırk olmalıydı. Oysa 4. sınıfta yirmi öğrenci kadardık. Haziran’da bitirme sınavlarına girmiş, ilkokuldan mezun olmuştum…”

 

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Author: sevare