Sahi Anzaklar, Siz Ne İçin Gelmiştiniz?

Geçen pazar günü ailece, ilk yönetmenlik deneyimini yapan Russell Crowe’ın orijinal ismi “The Water Diviner”  olan  “Son Umut” filmine gittik. Aslında çok merak ediyordum, acaba bir yabancı gözü ile “Çanakkale Destanımız” nasıl anlatılacaktı. Film Avustralyalı bir çiftçinin 3 genç oğlunu da Çanakkale’ye savaşa göndermesi üzerine kurulmuştu. Sahneler izleyiciyi öylesine etki altına alıyordu ki; özellikle kum fırtınası sahnesinde babanın 3 oğlunu da kum fırtınasından korumaya çalışırken kendi canını hiçe sayması duygusallığın doruk noktaya çıktığı anlardan biriydi. Daha sonra bir annenin üç oğlunu da kendi davaları bile olmayan bir savaşta kaybettiğini öğrenmesiyle yaşadığı çöküş ve intiharına kadar giden süreç savaşın ne kadar acımasız olduğunun bir kanıtı gibiydi. Russell Crowe’un inanılmaz bir oyuncu olduğunu hissediyorsunuz izlerken, böylesine ciddi bir film için bundan daha iyi bir oyuncu olamazdı diye düşünüyorum. Çanakkale savaşından kısa kısa kesitler verilirken, düşünmeden yumruklarımı sıktığımı görüyorum, geriliyorum, üzülüyorum…

İngiliz ve Anzak donanmalarını görüyoruz. Sinsice Gelibolu topraklarına sızmaya çalışan donanmalar, ordumuzun onları beklemesi ve savaş sahneleri, ölümler, işkenceler, bağırışlar, top gülleleri…

“Allah’ım bu millete bir daha savaş yüzü gösterme”  diye geçiriyorum içimden, o tarih canlandıkça gözümde… Kendi ulusal kimlikleriyle hiç alakası olmadığı halde sadece İngilizler istediği için savaşa gönderilen ve neden orada bulunduklarının bile idrakinde olmayan o üç genç çocuğun ve ailesinin yaşadıklarını içiniz sızlayarak izliyorsunuz. Başlarından geçen olaylardan kesitler verilirken; inançsız, amaçsız ne yaptığının farkında olmadıklarını, neden orada bulunduğunu anlayamadıklarını kime karşı ve ne için savaştıklarını bilmediklerini çok daha iyi anlayabiliyorsunuz. “Bizim topraklarımızda ne işiniz var?” diyorum, “Evinizden, sıcak yuvanızdan ayrılıp dünyanın öbür ucunda ne yapıyorsunuz?” diye serzenişte bulunuyorum…

Orla Kurylenko’yu izlerken güzelliği kadar oyunculuğundan da büyülenmemek mümkün değil. Rolünü öylesine ustalıkla oynuyor ki aramızda fısıldaşıyoruz:  “Türk mü acaba? Ne kadar hissederek oynuyor…”

Savaş sonunda oğullarını bulma umuduyla Türkiye’ye gelen çiftçi babanın İstanbul’da yaşadığı bir çanta alma sahnesi var ki; “Eyvah!” diyorum… Kap kaç olaylarına burada da mı sahne olacağız”.  Neyse ki korktuğum başıma gelmiyor, meğerse bizim ufaklık Avusturalya’dan gelen misafirimizi oteline götürmek için bir oyun yapmış. Çok güzel bir otelde duygusal sahneler geçiyor ve orada oyuncumuz kalıyor.

Babanın, oğullarının en azından cesetlerini bulmak için verdiği mücadeleyi izliyoruz bu sahnelerde… “Acaba olay gerçekten olmuş mu?” diye içimizden geçirmemek mümkün değil. Görsel efektlerin öne çıktığı zamanlar, keşke diyorum, senaristi bizden olsa idi de yine Russell oynasa idi. Eminim çok daha güzel ve manevi iklimimize hitap edecekti.

Tren sahnesinde irkiliyoruz, yine o kaba saba ve çirkin Yunanlılar, Anadolu’muzu yakıp yıkmışlar. Demek ki Anzaklar bile Yunanlıların ne zalim olduklarını biliyorlar.

Ve mutlu son, tek oğlunun hayatta olduğunu öğrenen çiftci Connor ( Russell Crowe), verdiği mücadele sonunda oğluna kavuşuyor, Yunan baskısından kaçarak otele dönüyorlar ve film bitiyor.

Tabi duygusallık istediğim gibi olmamış, çok daha iyi olacağını düşünmüştüm. Bunun yanında manevi duygularımıza da hitap etmemiş. Avustralya ve Yeni Zelanda’da da istenilen reyting tutturulamamış. Yine de izlenmesi gereken filmlerden diyebilirim ki, gerekli dersler alalım…

Çok zor şartlar altında ve 1. Dünya Savaşının içine çekilerek güçlü düşmanlar (İngiliz ve Fransız donanması) karşısında Gelibolu Yarımadası’ndaki destansı mücadelemizi tekrar hatırladım. Genel Kurmay verilerine göre 57 bin şehit vermişiz, ama bu toprakları asla vermemişiz ve bizler Çanakkale şehitlerinin torunları olarak da Allah’ın izni ile yine vermeyeceğiz. Birliğimizi kimsenin bozamayacağını tüm dünyaya göstermek zamanıdır bugün…

Filmin etkisinden kurtulamıyorum ve şu soruyu soruyorum kendi kendime: “Sahi Anzaklar, siz ne için gelmiştiniz?”. Yine Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarımızı düşünüyorum, Çanakkale’de özgürlüğümüzün kıvılcımını ateşleyerek Kurtuluş Savaşı’yla tam bağımsızlığımızı armağan ettiğiniz için ne kadar teşekkür etsek az size… Ruhunuz şâd olsun!…

Sömürgecilikten bahsetmişken; Birinci Dünya Savaşı’nda müttefiklerimizin yenilmiş olmasına rağmen, Çanakkale’de destanlar yaratarak tarihe altın harflerle “Çanakkale geçilmez!” yazdıran o efsane komutandan, Mustafa Kemal’den, 275kg.’lık top mermisini sırtında taşıyan Seyit Onbaşı’dan, hayatı pahasına bir gecede Nusret mayın gemisiyle boğaza mayın döşeyen Yüzbaşı Hakkı Bey’den bahsedilmemiş olmasını yadırgamadım desem yalan olur. Osmanlı’nın yıkılma aşamasına geldiği, tüm umutların neredeyse tükendiği bir zamanda Kurtuluş Savaşımızı başlatmak için umut olmuştur Çanakkale Destanı. O kıvılcımın yaktığı ateş sömürge bir devlet olmaktan kurtarmış Osmanlı’yı ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu günkü özgürlüğümüzü borçlu olduğumuz o kıvılcımı ateşleyenlerin konu her ne olursa olsun Çanakkale Savaşının anlatıldığı bir filmde anılmaması gerçekten üzücüydü.

 

Prof. Dr. Hamdi TEMEL

Author: Yönetici