Savaş ve Barış

Psikanaliz kuramının kurucusu Sigmund Freud’a göre insan içgüdüsel olarak “acıdan kaçan ve hazzı arayan” bir varlıktır. Buradan baktığımızda insanın uysal, zararsız ve barışçıl bir canlı olması beklenebilir. Fakat bu hiçbir zaman böyle olmamıştır. Habil ve Kabil’den beri insanlık tarihi, barıştan ziyade savaşların tarihidir. Geriye dönüp baktığımızda Dünya’yı şekillendiren, değiştiren ve dönüştüren temel olgunun savaşlar olduğunu görmekteyiz. Halen de bu böyledir. Araçları ve şartları değişse de, insanoğlu kıran kırana savaşmaya devam etmektedir.

Peki, tabiatı gereği acıdan kaçması beklenen insan nasıl olur da bunca acının sebebi olabilmektedir? Aslında sorunun cevabı çok zor değil. Bu durumun başlıca sebebi, insanın bencil bir varlık oluşudur. Kendi ihtiyaçlarının tatminini her şeyin üstünde tuttuğu sürece insan soyunun çatışmadan uzak kalabilmesi mümkün müdür? Elbette değildir. Doymak bilmeyen arzularının ve ihtiraslarının peşinde koşan insan, kendi şahsi çıkarı ve menfaati uğruna çok çabuk vahşileşebilmekte, sadece kendi türüne değil, diğer tüm canlılara ve tabiata gözünü kırpmadan zarar verebilmektedir.

Bugün sokaktan 100 insan çevirip sorsanız, 99’u kendini barışsever olarak tanımlar ve savaşın ne kadar kötü, ne kadar da zararlı bir şey olduğundan bahseder; velhasıl, hepsi birer barış elçisi kesilir. Hemen hepsi “savaşlar bitsin, barış gelsin” türünden nutuklar atmaya da hazırdırlar. Fakat çıkarlarına en ufak zarar geleceğini hissetsinler bir anda değişir, sizi parçalamaya kalkarlar.

Bireyler düzeyinde durum böyleyken, toplumlar ve uluslar düzeyinde farklı mıdır? İnsan toplulukları; en küçüğünden en büyüğüne, kendi çıkarlarını korumak ve kendi güvenliklerini sağlamak adına sürekli olarak başkalarıyla çatışmak ve savaşmak zorunda kalmaktadırlar. Aslında büyük bir çelişki arz eden bu durum, insanoğlu tarafından hiç de yadırganmamaktadır.

Şu da var ki, silah sanayii insanlık tarihi boyunca en çok gelişme gösteren sektörlerin başında gelmektedir. Baş döndüren teknolojiler kullanılarak her gün yeni silahlar geliştirilmekte; insanları birbirine karşı korumak adına Dünya çapında her yıl yaklaşık 2 Trilyon Dolar (kişi başı 280 Dolar) savunma harcaması yapılmaktadır. Bu da, insanlar olarak ne kadar barışsever (!) varlıklar olduğumuzu çok net açıklamaktadır. Anlaşılıyor ki, insanoğlu tüm zekâsını ve hayal gücünü kendini yok etme yolunda kullanmaktadır.

Bir de barış adına (!) savaşanlar var ve günümüzde örneklerini sıkça görmekteyiz. Bu kimseler “barış ve demokrasi getirmek” vaadiyle kendilerinden çok uzaktaki ülkeleri işgal etmekteler. Aslına bakarsanız, gittikleri yere kan ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen ve işgal ettikleri toprakları sömürerek kendi refah ve zenginliklerini genişleten düzenbazlardır bunlar. Üstelik o kadar kurnazdırlar ki, hedef olarak seçtikleri ülkelerde, önce karışıklık, kardeş kavgası ve iç savaş çıkartır (bu arada savaşan tüm taraflara da silah satar) sonra da kurtarıcı olarak imdada yetişirler (!)

İçinde bulunduğumuz coğrafya, bu bahsettiklerimizin sıkça yaşandığı bir coğrafya. Manası “barış” olan İslam dinine mensup milyonlarca insan, bitmek tükenmek bilmeyen iç savaşlarla yıllardır birbirlerini kırmakta, barış ve kardeşliği bir türlü tesis edememekte. Kimisi İslam (yani barış) adına, kimisi etnik ve mezhepsel sebeplerle, kimisi gücü ve iktidarı elinde tutmak ya da ele geçirmek adına savaşıyor. Üstelik yaşanan tüm bu olumsuzluklar belli periyodlarla tekrarlanırken kimse ibret almıyor ve aynı yanlışı göz göre göre yapmaya devam ediyor. Akıl, sağduyu ve basiret bu toprakları çoktan terk etmiş maalesef. Biz ise, yanı başımızda sürüp giden tüm bu acılara üzülmekten ve bir an önce dinmesi için dua etmekten başka bir şey yapamıyoruz ne yazık ki. Bu da aczimizin bir göstergesi…

Savaşların yegâne kaynağını insanoğlunun bencilliği ve doymazlığıyla sınırlamak doğru olmaz. Savaş, bazen de hak arama mücadelesinde tek çıkar yol olmuştur. Zulmün, adaletsizliğin ve haksızlığın egemen olduğu zamanlarda, insanlar kendilerini ve onurlarını korumak adına savaşmak durumunda kalmışlardır. Tarih sahnesi bunun örnekleriyle doludur. Buradan hareketle, zulmün ve adaletsizliğin olduğu yerde barışın da olamayacağı gerçeğini hatırlamak lazım. Demek ki, özellikle gücü elinde bulunduranlara büyük görev düşüyor. Güç, eldeki imkânları dilediğiniz gibi kullanmakla ve bunu başkalarına karşı bir tahakküm aracına dönüştürmekle değil; insanlara adaletle muamele edebildiğinizde anlam kazanır. Adalet yoksa ancak ve ancak zulüm vardır.

İnsanoğlu, güç, iktidar, çıkar ve menfaat hırsını devam ettirdikçe, hiçbir zaman gözü doymayan bencil bir varlık olmayı sürdürdükçe, evrensel çapta bir barıştan söz etmek ütopik bir hayalin ötesine geçemeyecek gibi. Bununla beraber, başta kendimizle (kendi iç çatışmalarıyla boğuşan insanın çevresiyle sağlıklı bir ilişki kurması elbette beklenmez), sonra da çevremizle barışık olma sorumluluğu ve bilinciyle hareket edebilirsek, farklılıkların aynı toplum düzeni içerisinde birlikte yaşayabilmesi için gerekli olgunluk seviyesine ulaşabilirsek ve her şeyden önemlisi yeryüzünü daha adil bir yer haline getirebilirsek barış ütopya olmaktan çıkar, gerçeğe dönüşür.

Son söz: Birçok kavram zıddının varlığıyla anlam kazanır. Elbette, barışın kıymetini ortaya çıkaran şey de savaşın doğurduğu acılar ve yıkımlardır. Keşke bunlar yaşanmadan barışın kıymetini anlayabilsek, fakat bu o kadar kolay değil. Çünkü insan çabuk unutan ve ders almayan bir varlık. Bu da varoluşumuzun cilvesi galiba…

 

Abdullah ALPAYDIN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Author: Yönetici