Sorgun’um

(Bu ayki dosyamızın konuğu Salim Taşçı’nın Sorgun’a dair özlem ve hatıralarını içeren yazısıdır.)

Türküler yürekten söylenir; “Sabahınan esen seher yeli mi” diyerekten. Emmi, eme deyişi kalpten koparak gelir, yoktur yüzlerde maske. De ki bir büyük çarşıdan bir şey aldıracak, yumuş için her bir çocuk, “Ben alıyım ben gidiyim” diye yarışır, parayı ilk kapan koştururdu. Emaneti getirene mükafat söz. “Sağol daş…nı yediğim” olurdu. İşte böyleydi Sorgun’un adamı. Bağa üzüm almaya gittiğimizde elimizde mutlaka iki sepet olurdu, biri ev için diğeri yollarda dağıtarak gelmek içindi, göz hakkını vermek hep tembihlenirdi. Gönlü bol Sorgun’du. Bağlar hem kuzey de Gırgı, hem de batı yakasında orta bağlar olarak yer alırdı. Gırgı’nın üzümü kırmızıya çalardı. Her bağın önünde bozlak içlerinde de çörtük ağaçları boy verirdi. Çörtüklerin alt kısımlarında da kuşburnu sıralanırdı. Ara yollarda iğde ağaçları salkım saçak ağar, baharın ilk müjdecisi olurlardı. Hele de hafiften bir yağmur çiselemeye görsün, iğde ile toprak kokusu kucaklaştığında sanırsın esans fışkırıyor. Yörede ibibikler öterken, turnalar bölük bölük bir o yana bir bu yana zağlayıp giderken, mazı sesi inlemesi yayılırken, ak bulutlar gökyüzünde oynaşırken, belle ki tatlı bir rüyadasın.

Kalem 55-60 yıl gerisine gidecek olursa ve anlatıma, Hanbaşı Mahallesinden girsek Yozgat Yolu, Çay Mahallesi küser, onun için çarşıdan girelim. Delibaş köprüsüne doğru gidelim. Delibaş mı dedin? Anam gurban oluyum, her yanıma Ayrıklı’nın çakır dikenleri batmış gibi oldum. Aşağı Cumafakılı ve Gırgı bağları tarafından kara bulutlar sökün eyleyince Delibaş’a gün doğdu demektir. Yağmur atıştırmaya başlayınca, Delibaş bayramlığını giyer coştukça coşar, önüne kattığı her ne varsa alır gider. Allah’tan hemen yanı başında ki camiye elleşmez, aşağıda Aröz’e (Eğriöz) yumruk gibi vurup, kol kola verip akarlar. Aslında sizler yazdıklarımın sonuna “dı” diye ekleme yapınız. Zira 60 yıl öncesinden dem vuruyoruz. Delibaş’ın üstünde her ne kadar köprü varsaydı da kasabalı keseden gitmek için yer yer cılga yollar yapıp su üstünden geçerdi. Sel gelince ardının kesilmesi 15-20 günü bulurdu. Delibaş’ın verdiği telefatı hesaplamak mal müdürlerine düşse de herkes telefatını hesaplar, içine gömerdi. Civarındaki tarlalar suya doyar, üstündeki mahsuller de sen sağ ben selamet olurlardı. Yiten davarın, malların hesabı da olmazdı. Aröz’e gelince; hımbıl damat türündendi, suyu akmıyor da duruyor gibiydi. Ne zaman ki Delibaş koluna girer o hımbıllığı yok olurdu. İsmala’nın bende gelince gelinlik kız olur durulurlardı… Hamama yaklaştıkça eşmelerden çıkan sıcak suyla haldaş olurlar ne olduğuna şaşırırlardı. Yaşı elliyi geçmiş büyüklerimiz de bakar bakar “Gurban olduğum Allahım önü soğuk böğrü sıcak su” derlerdi. Hamam yolunun sol yamacında Bedir Baba tepesi vardır. Kasabanın 7’den 70’e tüm insanı, Bedir Baba tepesinden alınan höllükle sarmalanmıştır. İnce toprak Bedir Baba tepesine has özellik taşırdı. İlkbaharda üstünde biten sarı çiğdemler göz kamaştırırdı. Anlatılanlara göre Bedir Baba “Bir savaş kahramanı ve evliyaydı.”

***

At Yarışları

Bir iki senede bir at yarışları yapılırdı. Yozgat yolu çıkışındaki düzlükte buluşulur, yarış heyecanı yaşanırdı.

Pes Etmeyen Doru At

Yarış yapılacak alanda, atlar bir gün öncesinden antrenmana çıkartılır, alıştırma yapılırdı… Atlar sahibinin adlarıyla anılırlardı… Dedikli’nin at, Abucak’lı Yusuf Ağanın at, Dişli’nin, Çekerekli’nin ki, gibi yer adları da söylenirdi.

Heykeli Dikilen At

Dedik köyü, Gelingüllü barajının yıldızıdır, buraları yıldız yapan da Bilal Şahin’dir. Toprağından kopmayan, okul, cami, yurt aklınıza ne gelirse hayır işlerinde Yozgat bölgesinin iftiharla yad edilecek bir ismidir Bilal Şahin. Hiç unutulmayacak bir eseri de yarışlarda birinciliği kaptırmayan babasının kıratının heykelini yaptırmasıdır. Dedikli’nin bu kır at, önceleri arkalarda koşar, yarış sonuna doğru öyle bir hızlanır ki, sende kara yel, ben deyim poyraz, en az on metre arayla yarışı birinci bitirirdi.

Doru Ata Ne Oldu?

Abucak’lı Yusuf Ağa’nın (ÖZTÜRK) bir doru, bir de kır atı vardı. Doru at civar yerlerdeki yarışlara katılır, önemli dereceler elde ederdi. Yarışın birisinde, tüm jokeyler yarışı kendisinin kazanacağını söyler iddialara girerlerdi… Yarış başladı, Yusuf Ağa’nın dor at bir hışımla öne geçti, geriden gelenlerle arayı epey açmıştı ki, o da ne? Yarış çizgisinin dışına çıkıp yığılıp kalmıştı. Halk tabiriyle çatlamıştı… Dor at hırsın kurbanı olmuştu… Yusuf Ağa’nın hıçkırarak ağlamasını unutmak mümkün değildi… Çatlayan Dor atın sırtını öyle bir sıvazlayışı vardı ki, de aileden biri gitti!… Yusuf Ağa yemeden içmeden kesildi… Yeğeninin bu acısına çok dertlenen dayısı Halit Kılıç Ağa, dor atın yerini tutmasa da bir arap tayı yeğeninin avlusuna getirmişti. Acı dinse de unutmak mı? Hiç olası değildir. Bu Arap atı da epey yarış kazanmış, ama Yusuf Ağa’nın Dor atını unutturamamıştır.

Yarışlar bir panayır havasında geçerdi. Kasabalı yediden yetmişe akın eder, yarış bölgesinde Perşembe pazarı oluşurdu…

Yazlak’daki Çatak tepesine kışın kızaklarla kaymaya çıkılırdı, kızağı olmayan ya tepsi üstünde ya da bulduğu bir tahta parçasıyla idare ederdi. Kasabanın kışını tamamen anlatmaya kalksak bir kitabı doldurur da ikincisinde yer arar haldedir. Mayıs’ın yirmilerine kadar buzlar çözülmez dam kenarındaki buz sarkıtları tehlike saçardı. Genelde yolun ortasından gitme alışkanlığı, biraz da buz sarkıtlarından sakınmak için olacaktır.

***

Perşembe Pazarında Portakal Varmola?

Çarşamba günü kuşluk vaktinde pazarcılar sökün eyler, perşembenin hazırlığını yaparlardı. Adliyenin, Çerkez Bilal’in evinin ön yüzü zahire pazarı olurdu, Yozgat yolu çıkışında hayvan pazarı. Hayvan pazarındaki pazarlık da kolu hasar görenler kasap Mihran’da soluğu alırlardı. Mihran ustanın kırık, çıkık da üstüne yoktu. Kara sakız en büyük ilacıydı, Allah toprağını bol eylesin.

Yıl 1954 Mahir’in kahve önü zerzavat pazarı… Fehmiye’nin Ali, Gurulağın Osman’ın Dursun, Saniye’nin Ahmet’in Ayhan, Bektaşlar’ın Sabahattin hep beraber bir yığının önünde durakaldık, baktık baktık ne olduğunu anlamadık. Kör Osman’ın portakal sergisiymiş, Osman emmi hepimize birer tane verdi “Soyun da yiyin yeğenlerim” dedi. Nur içerisinde yatasın Osman emmi.

Bu Hacıyı Dövelim mi?

Kuşluk vakti, öğleyi kucaklarken, Gayım’ın Hacı mangalını askerlik şubesinin karşısındaki, kaldırıma yerleştirir, kömürü mangala koyar, yellemeye başlardı. Sucukları dilimleyip kızartırdı, cadde sucuk kokusuna keserdi. İlahi Hacı! Olan var, olmayan var, bu sucukları bu kadar mis gibi kokutmanın ne alemi vardı! Gücümüz çeyrek ekmek arası dörtte bir sucuğa yeterdi… Sucuk o devirde lüks müydü? Hem de çok lükstü… Bir gün Dursun’la dedik ki “Bu Hacı ne kafasız adam! Neden hepsini kendisi yemiyor da satıyor? Gel bi dövelim!” Hacı’nın bir kolunda eğrilik olduğundan “Çolak Hacı” diyorlardı, ama elinde kızgın maşa olduğundan cesaret edemedik. Gelin bu işi çocukluğumuza verin gayri…

Bu satırların yazarı nerenin sucuğu olursa olsun, Hacı’nın sucuklarının lezzetini hiç unutamamıştır.

“Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur” tekerlemesine uygun düşmüş olacak ki köylük kısmı çarşambadan gelir üç handan birine yerleşirlerdi. Kimi eşekle kimileri de atlarla gelirlerdi. Mevsimine göre meyveler sebzeler öbeklemesine yığılırdı. Perşembe pazarı Delibaş köprüsünden başlayıp, Hükümet Tabipliği’nin önüne kadar uzanırdı. Kasabanın çocukları su, mısır satarak harçlıklarını çıkarırlardı. Pazarın en çok iş yapanı, kalın gri şapkalı İzmirli Kara Mustafa dedikleri kişiydi. Gazetelerden külah yapar (DDT) satardı, haşaratın kökünü bu İzmirli’nin  DDT’si kurutmuştu. Bazı kasaba esnafı İzmirli’ye kuşku ile bakar “Bu adam Moskof ajanı!” derlerdi. Buna siz ister şüphe deyin, isterseniz kıskançlık. Kasabalı mahsulün çoğunu perşembe pazarında satardı. Kalaycılar berberler de rızıklanırlardı. Berber deyince dişi ağrıyanın doktorları berberdi. Berberlerin tek önerisi çekmek olup, kanırtarak bağırtarak dişleri çekerlerdi, karşılığı da bir çinik buğdaydı.

***

Kasabaya Cambaz Geldi

Cambaz bir gün öncesinden uzun tahta bacaklarıyla reklamını yapar, kasabanın tüm çocukları onu takip ederlerdi. Cambaz ertesi gün sanatını icra eder, ip üstünde düşüyor gibi yapıp milletin yüreğini ağızlara getirirdi.

***

Gardaş Tiyatro Da Nedir ki?

Belediye hoparlöründen cayırtının arasından “Ey ahali kasabamıza tiyatro gelmiştir. Falanın kahvesinde oynayacaklarmış. Bakış 40 kuruştur.”

***

Oradan Buradan

Hangi mahalle de kimin oğlu askere gitti, kim teskere aldı? Kimler evleniyor, üç mahallede herkes birbirinden haberli olurdu, kasaba dışındaki haberler de kahvedeki sohbetlerden hanelere taşınırdı… Evinde lüks lambası ve radyosu olan parmakla sayılacak miktardaydı. Yaylısı olan da sekiz ya da ondu, 2 otobüs, 3 kamyon, 2 jip, 1 kaptı kaçtı da kasabanın motorlu araçlarıydı. Tarlaların yarısı ekilir, diğer yarısı herge bırakılırdı, motoru olan da 3-4 hane ancak vardı. Torlasan toplasan velesbid sayısı da 10’u aşmazdı. Onun için de çarşının tam ortasından yürümek yadırganmazdı. Kışı, zemherisi çok sert geçer, yazı da alabildiğine terletirdi. Ekinler güverip hasat zamanı geldiğinde harman yerlerine saplar yığılır, düvenler dönmeye başlardı. Sonrasında yabalar elde, savurma işlemine geçilirdi. Seklemler sıralanır, kimi ofisin yolunu tutar kimisi de evdeki ambarlara buğdayları boşaltırlardı. Güz gelince bağ bozumu telaşı başlar, çetenini vuran yola koyulur, komşular birbirinin bağ bozumunda yardımcı olurlardı. Hanelere taşınan üzümler harmanlanır, pekmez, çalma yapılır, çetin geçen kışın ön hazırlığı olurdu…  Kocamış hayvanlar kesilir, etleri kurutulup teker yapılırdı… Evlerde kilit olmaz, bir yere gidecek olan iple kapıyı kedi köpek girmesin diye hafifçe bağlardı. Çocuklar olarak Ramazan ayını hasretle beklerdik. Gece sahurda tereyağlı eşkili yemek, iftarda topu beklemek keyiflerin en büyüğü olurdu. Estili’nin Memmet emmi, iftar topunu patlatırdı…

***

Kasabanın Milatları

Kasabanın değişik türde milatları vardı, en fazla milat doğumlarda ortaya çıkardı. Doğumlar günlük aylık değil bazen üstünden yıl geçer, nüfus idaresinin kayıt için yolu tutulurdu. Evlatlar ne zaman doğduk diye sorduklarında da kendilerince milat olanları sıralarlardı:

– Delibaş’tan büyük sel geldiğinde.

– Kargaların nohutları telef ettiğinde.

– Yeni kaymakam geldiğinde.

– Kasabaya sinema geldiğinde.

– Karların kapıları açılmaz kıldığında.

– Yozgat yoluna tayyare konduğunda.

– Ekinleri sam yeli yatırdığında.

– Falancanın oğlu askere gittiğinde, falancanın oğlu askerden geldiğinde.

Bu tanımlamalar bu minval üzere uzar giderdi.

***

Asker Yolu Beklerim

Askere gideceklere geceden ellerine kına yakılır, omaçlı dürümler azık olarak hazırlanırdı. Sabah erkenden gelen otobüslere davul zurna eşliğinde bindirilip uğurlanırdı. Sanırsın gelin alayı ve düğün var, zurna çalan bir de “Asker yolu beklerim, mendilimde tel oyalı”, gözden süzülen yaşlara çifte mendil gerekir. Yiğidin harman olduğu yörenin yiğitleri, Kınalı Hasan’ın geçmişindeki kahramanlığını düşünerek yol alırdı. Asker ocağından teskere alıp geldiklerinde de aynı coşku yaşanırdı.

***

Eğrice

Eğrice ipler çekilir evlenme çağına gelmiş kızlar delikanlılar bayramlıklarını giyer dolaşırlardı. Eğrice bir panayır havasında geçerdi. Eğriceye gelen yağmur yağmasın diye dua okur, eğricenin yapıldığı alanda bazen yağmur duası için toplanılırdı.

***

Düğünler

Düğünler üç gün sürer, üçüncü günün ikindi üstü gelin alayı olurdu. Gece vakti damat sırtından yumruklanarak gelin evine sokulurdu Aynalı-kamalı halaylar çekilir düğünün bitmesi istenmezdi. Kekili’nin Hamza ile Kelebaş’ın Osman halay başı olurlardı…

***

Cenaze Evi

Vefat eden birisi olduğunda mahallenin gençleri çocukları pınarlardan kazanlara su çekerlerdi. Avlular taziyeci komşularla dolar hemen hemen her hane yemekler getirirlerdi. Cenazeye Yazlak tepesine kadar refakat edilir, cenaze evi hiç boş bırakılmazdı.

***

Öyle Severim ki Gönül İflah Olmaz!

Gırgı bağlarından kopup gelen yelini, tozunu, Ayrıkların çakır dikenini, bağını, bostanını, genini, Yazlağını, tersahanını, bodusunu, şibisini, kırmızısını, kumpürünü, pürçüklüsünü, pahlasını, çedenesini, mısırını, emmisini, bibisini, emesini, Üçtepesini, çömçe pınarını, cılgalarını, Arözünü, Delibaşını, gavurgasını, çalhamasını, ağız, çullamasını, kaypağını, düğürcünü, efeliğini, otunu, aricesini, hasidesini, omacını, baldırcanını, çiğdemini, hediğini, bazlamasını, eşkilisini, özünü, eşmesini, çeşmesini, Bedir Baba tepesini, okuntunu, bendini, aşıhlarını, “kele gı!” deyişini, gidekini, gelekini, goyununu, guzusunu, daşını, hergini, gargını, allı durnasını, gubuzunu, kelamını çok özlemişim ki destan olur…

***

Arzuhalim Var Ey Arzuhalci!

Delibaş köprüsünün çarşı tarafında iki, Hükümet Binasının yan tarafında da dört arzuhalci, galubeladan kalma daktilo makineleriyle dilekçe yazarlardı… Bir ikisinin makinesi gıcırdı, derdini anlatanlar arzuhalciyi savcı, hakim beller anlattıkça anlatırlardı. Perşembe pazarı olduğunda da o yerde zahireciler olurdu…

***

Aklımda Kalanlar

Çarşı içerisinde iki üç lokanta vardı. En uğrak olanı Kör Kamil emmininkiydi. Memur takımı öğle, akşam yemeklerini orada yerlerdi… Hayati Çetin abinin lokantasının çorbası çok meşhurdu. İki katın üst katında içki de olurdu, üvey babası Möhreli emmiyle birlikte çalıştırırdılar. Kasabada hatırımda kalan üç kahvehane vardı. Birisi Ethem’in Zekeriya ve Özdemir’in, diğeri pek belleğimde kalmamış sonrasında Çerkez Bilal’in Salim abinin kahvesi… Hemen önünde yerlere kadar ağan söğüt ağacı yer alırdı…

***

Sivas yolunun sağ böğründe, Bedir Babanın tam karşısında Kudret Hamamı vardı… Hod Kafanın Mustafa emmi işletirdi. Bu hamama diğer illerden de gelenler olurdu…

***

Kasabada hükümet tabibi Sabri Narman olup, iki de baytar vardı. Birisi Baytar Tahsin emmiydi… Kekeç Kadir emmi, bir doktora karşılık iki baytar olmasını yadırgayıp, Sağlık Bakanlığı’na telgraf çekip tenkit etmiş, mahkemeye verilmişti…

***

Çarşıda üç fırın vardı. En tanınmışı Uğur Özen’inkiydi… Francalı dillere destandı.

***

Kasabanın iki sembolü mevcuttu: Muhacir Salli ve Aşağı Cumafakılı’dan Topuç… Kimisi veli kimisi deli derlerdi… Her ikisine de Allah rahmet eylesin.

***

Kasabanın en namlı kabadayısı benim de akrabam olur, rahmetli Nurettin ağabeyimdi. Mehmet abim, Battal Taşkıran, Mıhtatlar’ın Erol, Alpaslan, Arap Ruşen, Alazın Yaşar, Çap Celal’in Muhsin, Hasbekli Bekir, Saffet Emmi de yiğit delikanlılardı…

***

Kasabanın en meşhur öğretmeni Ahmet Çetiner’di. Bahadınlı Gazi Koç, Ahmet Altan, Mahmut Uz, Doğan Özmen de sık sık anılanlardandı… Bahadınlı Köy Enstitüsünden, mezun Arif Baş’da her daim ilk sıralarda yer alırdı.

***

Sorgun’un Arabaları

Arabalara çocukken çok meraklıydım. Karayollarından geçen yakın civar arabaların seslerini ezberlemiştim. Aha bu Akdağlılar’ın Man, Çekerekli’nin Austin vs.

Hafızoğulları Mehmet Basri kardeşler 1956 yılında kırkbin liraya Faun almışlardı… Bektaşlar’da Man, Abbaslar’da Faun, Kazım Bektaş’da AFAG (Saygı abi sürerdi). Hamo’nun Bussing, Avdis’in Vabis, Pala Hacı Ahmet’in Avistin… Kani’nin Jipi, Bektaşlar’ın Cihan emminin Jipi keşiflere giderdi… Bektaşlar yeni çıkan tosba tipli Mercedes Otomobil getirmişlerdi…

***

Ve Son Söz

İşte bu Büyük Köhne’nin insanları yemedi içmedi evlatlarını okuttu… Türkiye çapında her meslekten değerler yetişti, Bu değerlerin de öncülerinden olan Prof. Rauf Yücel ağabeyimiz de bu değerleri bir araya toplayıp, bir eser bıraktı. Karınca kararınca eskiyi hatırlatmaya çalıştım. Son cümlem de; “Nereden nereye?” olsun.

Salim TAŞÇI

Author: Yönetici