Tarih Kokan Osmanlı Başkenti: Edirne

Yine bir Ezacılık Fakültesi Dekanlar Konseyi toplantısı dolayısı ile yollardayız. Yine ayrı bir telaş ve heyecan var… Çünkü bu zamana kadar hiç görmediğim bundan dolayı da hep hayıflandığım, 1361 yılında I. Murat tarafından fethedilip ve İstanbul’un alınışına kadar 88 yıl (1365-1453) boyunca Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış Edirne’ye gidiyoruz. İstanbul’da toplanarak, bir servis otobüsü ile Edirne yolculuğuna başlıyoruz. Yolculukta en çok sevdiğim şeylerden biri de uzun zamandır görmediğim meslektaşlarım ve arkadaşlarım ile yolculuk yapmak. Hani derler ya “Birini tanımak istiyorsanız ya alış veriş ya da yolculuk yapacaksınız” diye işte bu tip toplantılar ve gezi programları birbirimizi daha iyi tanımamızı da sağlıyor. Bol kahkahalar, espriler ya da o yöre ile ilgili bilgiler veya mesleki bir şeyleri tartışmak birbirimizle kaynaşmamızın yanı sıra hem zamanın daha hızlı geçmesine neden oluyor, hem de bilgi dağarcığımızı geliştiriyor.
Saat kaç olursa olsun daha Edirne’ye varmadan mis gibi ciğerin kokusunu almaya başlıyorsunuz. Ve bu cezp edici kokuya dayanamayan bir arkadaşımız yeni aldığı telefonunun heyecanıyla da internetten ilk siparişini veriyor: Meşhur Edirne yaprak ciğeri… Bu enfes yiyecek aç olmasanız bile ağzınızın suyunu akıtacak kadar cezp edici… Tabii ki hepimiz ortak oluyoruz siparişe.

Sonunda Edirne’deyiz işte… Büyük bir iştah kabarıklığı ile az önce telefonla açtırdığımız ciğercinin önünde alıyoruz soluğu… Muhteşem bir sofrayla birlikte ev sahibi dekan arkadaşımız karşılıyor bizi… Hepimiz gecenin bir vakti yoğurt ve acı biber eşliğinde ciğerlerinin tadına bakıyoruz, gerçekten de enfes olduğuna oy birliği ile karar veriyoruz. Tarihi mekândan çıkınca herkes başını kaldırır kaldırmaz o muhteşem eser “Selimiye Cami” tüm ihtişamı ile karşımıza çıkıyor, ev sahiplerimiz yarın bol miktarda gezeceğiz söyleyince misafirhanemize doğru yol alıyoruz.
Uzun, yorucu ve verimli Dekanlar Konseyi toplantısının ardından Edirne turuna başlıyoruz, tabi ki ilk durağımız 1569-1575’te Sultan II. Selim’in emriyle yaptırılmış olan Selimiye Camii… O zaman 80 yaşında olan Mimar Sinan’ın “ustalık eserim” diye adlandırdığı o büyüleyici camiyi gezmek, o tılsımlı camide alnını secdeye koymak, mimari özelliklerinin erişilmezliği yanında taş, mermer, çini, ahşap sedef gibi süsleme özellikleriyle de göz zevki vermesi kelimelerimin bu durumu ifade etmesine yeterli olmuyordu. Mihrap ve minberin işçiliği o zamanların imkânlarıyla nasıl yapılmış diye düşünmeden edemiyorsunuz.

Zamanın padişahlarının namaz kılmak için geldiklerinde, namazdan sonra inzivaya çekilebilmesi için küçük oda yapılmış. Sadece küçük bir pencere ile gökyüzünü seyredebileceğiniz daracık mistik mekânda bol bol ibadet edesiniz geliyor. O küçücük yerde ibadet ve kendini dinlemenin zevki bir başka olduğunu hissediyorsunuz.

Caminin ortasında insanların toplanıp sıraya girerek resim çektiklerini ve bir izdihamın olduğunu görürsünüz. Kalabalığın oluşturduğu bir merak duygusu ile oraya doğru yöneldiğinizde ters bir lale figürü ile karşılaşıyorsunuz. Rivayete göre; caminin inşa edileceği alan önceden bir lale bahçesi imiş. Ancak bahçenin sahibi burayı satmak istememiş. En sonunda camiye bir lale motifi konulması şartıyla arsayı satmış. Mimar Sinan da lale motifini “ters” olarak yapmış. Neden ters olduğunu merak ederek sorduğunuzda her Edirnelinin arsa sahibinin inatçı kişiliğini temsilen ters lale figürünün yapıldığını bildiğini hayranlık uyandıran bir hayretle görüyorsunuz.

Çok uzaklardan ahenkli dört minaresi ile göze çarpan yapı, kurulduğu yerin seçimiyle Mimar Sinan’ın aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu da göstermektedir. Hemen “acaba minareye çıkabilir miyiz?” diye içinizden geçiriyorsunuz ve özel bir izin ile çıkıyoruz bir kaç gönüllü ile o karanlık yollara. 4 farklı yolu olduğu söyleniyor biz en rahatını seçmemize rağmen oldukça zorlanıyoruz ilk şerefeye çıkana kadar. Ama iyi ki çıktım diyorum içimden, hani derler ya “Edirne ayaklarınız altında” o büyüleyici şehri temaşa ediyorsunuz, içinizdeki özgür duyguları hissedercesine…
Edirne büyük binaları olmayan, camileri, çarşıları, köprüleri, tarihi evleriyle ülkemize batıdan gelenleri karşılayan bir sınır kenti olma özelliğini en iyi şekilde yansıtan güzide bir şehir. Özellikle tarihi çarşılarında alış veriş yapmaktan oldukça zevk alıyorsunuz ve paranıza da kıyıyorsunuz. Bu arada sakın Edirnelilere; “Ezine peyniri nerede satılıyor” demeyin, hemen benim gibi Ezine ile Edirne peyniri farkını bilmiyor iseniz her an bir tatlı fırça yiyebilirsiniz. Çünkü Edirne Peyniri ile Ezine peyniri tamamen birbirinden farklı imiş…

Ertesi gün, Trakya Üniversitesinin büyük uğraşlar sonunda müze haline çevirdiği “Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ni” saatlerce geziyoruz ama yine de bize yetmiyor zaman.
Burada 500 yıl öncesinin bir “Osmanlı bimarhanesi” (bimar: hasta, hane: ev) canlandırılmış. Dönemin hekimlik bilgilerinin yanı sıra müziğin, su sesinin, güzel kokuların ve meşguliyetin kullanıldığı mekânları geziyoruz, adeta geçmişi yaşıyoruz, elimizde fotoğraf makinelerimiz ile de bol bol fotoğraf çekiyoruz…
Başarılı canlandırmalara şahit oluyoruz. Hastalar, hekimler, hasta bakıcılar, hanende ve sazendeler canlı gibi karşımızda duruyor… Işık ve ses düzeni bu canlandırmayı bütünlüyor…
Edirne’de Meriç Nehrinden geçmek de içimizde tatlı heyecanlar oluşturuyor. O coşkun suları ile hoş geldiniz dercesine akıyor büyüleyici manzarasıyla…
Benim gibi Edirne’ye yolunuzun düşmesini beklemeyin, o güzellikleri en kısa zamanda gidip görmeniz iç âleminize çok şey katacaktır. Ne yazık ki bu güzide şehrimizi çok kısa zamanda ancak bu kadar gezebildim ve bu kadar kısa anlatabiliyorum… Oysa ne çok yer var gezilecek ve satırlarca anlatılacak nice güzellikler…
Eczacılık Fakültesi Dekanlar konseyi toplantısına ev sahipliği yapan ve bizleri hoşgörüleri ile ağırlayan başta Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yener YÖRÜK olmak üzere Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yüksel Bayrak ve ekibine meslektaşlarım adına çok teşekkür ederim…

Prof. Dr. Hamdi TEMEL

Author: Yönetici