Teneffüs

İnsanoğluna modernizm, dünyayı cennete çevireceği iddiasıyla pazarlandı. İlerleyecektik, işlerimiz kolaylaşacaktı. Dünya asude bir bahçeye dönecekti, biz de o asude bahçenin müreffeh sakinleri olacaktık. Keyfimiz beyde bile olmayacaktı.  Biz 150-200 yıldır ilerleme yolunda elden çıkardıklarımızın bedelini tahsil edip rahata kavuşmayı beklerken modernite mutasyon geçiriverdi. Şimdi karşımızda, muhayyel bir cennete ermek sevdasıyla varı yoğu satıp savdığımız modernizm yok, kapısında beklediğimiz borçlunun yerine şimdi postmodernizm kuruluvermiş. O da bütün borçlarını inkâr ediyor.

Postmodernizm insanoğluna öncülü gibi cennet filan vadetmiyor. O hiçbir değer tanımıyor, modernizm gibi bağlısı/aşinası olduğumuz değerleri vasıta kılarak bizi tavlamaya çalışmıyor. Bütün değerleri yerle yeksan ediyor. Modernite bizi ayartıp kadim ocağımızdan çıkarttı. Sonra bizi bilmediğimiz, tanımadığımız bir garip diyarda terk ediverdi. Şimdi cümle insanlık olarak mülteciyiz, ne yana/yöne gideceğimizi bilmiyoruz. Şaşkınız. Büyük vaatlerle elimizden tutan sevgili, bilmediğimiz bir âlemde terk etti bizi. Şimdi bütün değerlerin değersizleştiği bir piyasada çırılçıplak kalıverdik. Şimdi değersizliğin, huzursuzluğun, sukutu hayalin çağındayız. Adına postmodernizm diyorlar.

Söze girmek için bu kadar perdah çekmeye gerek var mıydı?” derseniz, “Vardı.” derim. Yaşadığımız çağ itibariyle, her yerde bütün olup bitenlerin bir biriyle iltisaklı olduğunu bilmemiz icap eder. Yozgat’ın Çekerek İlçesi’nin Tipideresi Köyü’nden söz edecekseniz, onu yer küresinin yaşadıklarından hali göremezsiniz. Hem mekân olarak hem de insan olarak neredeyse bütün alametifarikaları yitirdik. Mekân da insan da tek tipleşerek sıradanlaşıyor. Hususi olanı, mahrem olanı yitirdik, duvarlar hiçbir şeyi çevrelemiyor, sınırlar hiçbir şeyin arasını ayırmıyor, dağlar ardında hiçbir şeyi saklamıyor. Dağlar aşılıyor, çöller geçiliyor, bütün örtüler şeffaflaşıyor ve bir el ulaşıp örselemediği hiçbir şey bırakmıyor.

Yerleşim yerlerimizi kendi ellerimizle esir kamplarına dönüştürdük. Şimdi yılda bir teneffüse çıkar gibi büyükşehirlerden sağa sola kaçışıyoruz.

Mayıs ayının 19’u, ben adet olduğu üzere köye gitmek için yola koyuldum. Her yıl daha erken gidiyordum. Ancak bu yıl “tam kapanma” garabetine yakalandığımız için daha evvel gidemedim. Büyükşehirlerde herkes, yaz sıcakları bastırınca, Anadolu’ya ya da tatil beldelerine akın etmeyi tercih ediyor. Oysa ben baharda, en geç gündönümüne kadar köyde olmayı çok seviyorum. Şehirden kaçıp köyde bir başıma, dağda bayırda, divane gibi dolaşıp bahar neşesine karışmak, toprağın neşidesini duymak itiyadım oldu. Adeta bir yılı bunun için bekleyişle geçiriyorum.

Ankara’yı geçtikten sonra tarlalardaki sararmalar dikkatimi çekiyor. Mayıs ayının ortasındayız henüz, bu yıl daha kurak geçecek herhalde, diyorum. Köye gittiğimizde de beklemediğimiz bir sıcakla karşılaşıyoruz. Aşırı sıcaktan dolayı otlar kurumak üzere neredeyse. Oralarda rastladığımız herkes kuraklıktan söz ediyor. Herkesin dilin de “Yağmur yağar mı acaba?” sorusu, “İnşallah yağmur yağar!” sözleri geziniyor.

Köyümüz, 93 Harbi sonrası Artvin’den göç edenlerin kurduğu, takriben 120 yıllık mazisi olan bir köydür. Civara göre oldukça yeşil olup çam ve meşe ormanları mevcuttur.  İsmini çok kar yağmasından alan köyümüzde bile, mayıs ayında, ekinler kuraklıktan geçmek üzere neredeyse. Köyün alt tarafından dört mevsim akan ve bir zamanlar iki yakasındaki bostanlara hayat veren çay ise daha bu ayda elini ayağını toplamış kuruyacak neredeyse.

Köyün içinde geziniyorum ama kimsecikler gözükmüyor. Köy, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi. Hayat emaresi gözükmüyor. Kimse kimse ile bir araya gelmiyor. Köyde çocuk ve genç nüfus yok sayılır, sakinlerinin çoğu orta yaşı çoktan devirmiş. Salgın meselesi burada da belirleyici olmuş gözüküyor. Komşu köye giden yoldan bir traktör geçiyor, şoförü bir başına maske takmış. Kimse kimseye yaklaşmıyor, fiziki mesafeyle bile muhabbet terk edilmiş. Dışarıdan gelenler potansiyel tehlike olarak görülüyor. Bunu, köye geldiğimiz iki haftayı geçtikten sonra değişen tavırlardan anlamak mümkün. Süt almak için gittiğim evin sahibi “İçeriye buyur.” diyor. Ben çekingen bir tavırla “Gerek yok.” diyorum. “Gel heri, nasıl olsa karantinanız doldu!” diyor. Meğer karantinadaymışız. Gülüyorum.

Köyün camisinde vakit namazları kılınmıyor. Cumadan cumaya açılıyor cami, namaza beş dakika kala eline bir seccade alıp ağzına bir maske takan caminin yolunu tutuyor. Namaza başlamak üzere iken gelen bir kişi, “Seccadeyi unuttum.” diyerek geri dönüyor. “Zaten buraya bir haftadır kimse girmedi ki.” diyorum. Mantıklı bulup dönmekten vazgeçiyor. İstanbul’dan gelen kimileri bir iki hafta Cumaya gelmiyor. 

Köyde sabit kalan on kadar aile var. Yazları gelenlerle sayı kırka kadar çıkıyor. Bu haliyle köy emekli olmuş bir görünüm arz ediyor. Sanki bu köy ölümü için gün sayıyor. Diğer köyler de çok farklı değil ya!

Alıp başımı dağlara vuruyorum. Keçi yolarını takip ederek yürümek, mütevazı kır çiçeklerinin süslediği bu cenneti temaşa etmek benim için ayrı bir tutku. O kadar değişik renk ve türde çiçek var ki şaşıp kalıyor insan. Şimdi dağlarda keçi de, koyun da, sığır da yok. Sadece köyün yakınlarında birkaç ailenin büyükbaş hayvanlarını görmek mümkün oluyor. Uzaklarda in cin top oynuyor. Derelerde su yok, gözeler kurumuş. Eski kuş varlığından eser yok, kınalı keklikler buraları terk edeli çok olmuş.

Her yıl köye geldiğimde mantar topluyorum, şehirden gelenler mantara oldukça mesafeliler. Bana de “yeme” diye telkin ediyorlar. TV’de bir öğretim görevlisi konuşuyor: “Efendim zararsız diye bilinenleri de yemeyin, günler sonra hatta aylar sonra zehri tesirini gösterebilir.” diyor. İnsanoğlu, binlerce yıldır toprak ananın nimetlerini tecrübe ile tespit ederek yemiyordu da BİM’den alıp yiyordu sanki.

Sana yağı var yer misiniz? Malum, tereyağı zararlı; damarları tıkıyor.

Zaman zaman alışveriş ve akrabayı ziyaret maksadıyla Sorgun’a gidiyorum. Sorgun’un adı önceden “Köhne” imiş. “Eski” demek yani. Hep merak etmişimdir. Köhne’ye Köhne dedirten şey neydi acaba? Burada kadim bir şey bulma imkânınız yok. Mum yakıp arasanız bulur musunuz bilmem? Salih Paşa Camii’nin başına gelenler, köhnenin de başına gelmiş olmalı. Köhne olan ne var ise hakkından gelinip ismi de Sorgun olarak değiştirilmiş zahir.

Sorgun Anadolu’nun batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine geçiş yollarının kavşak noktasında. Bundan dolayı mıdır bilemem, çok hızlı dönüşüyor. Köyden Sorgun’a gelince büyük şehirlerin bütün menfi tesirlerini hissediyorsunuz. Hele bir de, Avrupalı gurbetçilerimizle büyük şehirlerimizdeki dostlarımız cümleten hücum edince, ilçe merkezindeki keşmekeşi varın siz tahmin edin artık.

İlçeden yetişen ve kültürel meselelerle alakadar olan azımsanamayacak sayıda insan var. Ancak ilçede kültür-sanat hak getire. 10-12 katlı meymenetsiz kuleleriyle İstanbul’un Esenyurt’undan bir parçayı kesip bu tarım arazisine kondurmuşsunuz gibi bir görünüm arz ediyor.

İlçeye kavşak noktasında olmasının kültürel bir katkısı yok gibi gözüküyor. Ancak bu konumun mali katkısı çok belirgin gözüküyor. Sorgun’un kaderi sermaye, siyasetçi, müteahhit üçgeninde şekilleniyor gibi.

Tek katlı, bahçeli, pinniği, ahırı, su kuyusu, tandırı olan evleri terk etmiş ahali. Ancak devasa apartmanlarda da çok çabuk sıkılmaya başlamış olmalılar. Şimdi ilçenin çevresindeki tarlalar yazlık evlerle donanmaya başlamış. Bu hâle “trajikomedi” mi demeli, “trajedi”mi? Bilemedim. Her neyse. Biz yine köye dönelim.

Malum, köyde kimseye yaklaşamıyoruz. Vebalı gibiyiz. Yakınımızda bir inşaat var. Arada çalışanlarla muhabbet etmek için oraya gidiyorum. Ustabaşının “adamları oyalıyorsun” manasına gelebilecek bakışlarını göze alarak tabi. Bahçede çay içiyorum. O esnada komşumuz olan amcamla aramızdaki yoldan bir tazı geçiyor. Muhtarın tazısı. Tazıya sesleniyorum: Nereye gidiyorsun? Tazı durup bana bakıyor. Ben devam ediyorum: Gel çay içerim, gitme! Tazı, bir insan dikkatiyle durup beni süzüyor. Hanım gülerek söze karışıyor: “Konuşacak kimseyi bulamadın, köpeklerle konuşuyorsun.” Ne yapayım? Kırda bayırda bir başına gezmek güzel, köyün kalabalık olmaması da güzel ancak insan yine de birileriyle sohbet etmeyi arzu ediyor.

Bir gün bahçede otururken, alt taraftaki komşularımızın geldiğini görüp uzaktan “Hoş geldiniz!” diye sesleniyor ve elimle selamlıyorum. Eskiden yazları köyde kalırlardı. Şimdilerde birkaç haftada bir sabah gelip akşam Sorgun’a dönüyorlar. İsmail Hoca yüz yaşına merdiven dayamış, maşallahı var, uzaktan beni görüyor, suallerime cevap veriyor. Biraz sonra onların hanımlar bize geliyorlar. Ben de bu durumdan cesaret alarak onları hanımla baş başa bırakarak İsmail Hoca ve oğlu Ömer abinin yanına gidiyorum.

Harmanda, çimenler üzerinde birer iskemleye oturuyoruz. Sohbet kısa sürede demleniyor. Susamışım. Köyde iki amcam var, ikisinin de kulakları iyi duymuyor. Onlar anlatıyorlar, ben dinliyorum. Ama ben anlatamıyorum, içimde birikiyor. İsmail Hoca duyuyor şükür, onun anlayamadıklarını Ömer abi anlatıyor. İsmail Hoca emekli imam, klasik usulde yetişmiş, mektepli değil yani. Beş dakika da o kadar güzel şeylerden söz ediyor ki… “Komşularla görüşüyor musunuz?” diye soruyor. Ben de beşeri münasebetlerin malum salgının da tesiriyle neredeyse tükendiğinden söz ediyorum. “Ruhun üç gıdası vardır, bunlardan birisi sohbettir.” diyor. Sohbet berrak su gibi akıp gidiyor. Eve dönünce düşünüyorum, acaba İsmail Hoca mı diğer ikisini söylemeyi unuttu, yoksa söyledi de ben mi unuttum.

Ülkemizde imamlarımızın genel durumuyla İsmail Hoca’yı mukayese ediyor ve nereden nereye yuvarlandığımızı anlamaya çalışıyorum.

Uçurum çok derin, hasarımız çok feci.

Vesselam!

Şaban ÇETİN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Author: Yönetici