Zor Zamanda Düşünmek

George Orwell’in “1984” adlı futuristik romanı, totaliterlikte çok aşırıya gitmiş bir yönetimin, kendi kurulu düzenini devam ettirme adına vatandaşlarına uyguladığı akıl almaz baskıları; teknolojinin de yardımıyla bireylerin sadece eylemlerini değil, düşüncelerini de takip ve kontrol ettiği, böylece düşünce suçu (!) işleyenleri anında cezalandırdığı, en yakınınızın bile sizi kolaylıkla ispiyonlayabildiği için kimsenin birbirine güvenmediği acımasız bir devlet ve toplum düzenini konu alır. Bu roman elbette bir kurgudur ama dönem dönem yaşadıklarımızın bize bu romanı ve romanda olup bitenleri hatırlatması bile korkunç değil midir?

Düşünmenin, fikir beyan etmenin çok teşvik edilmediği dönemlerde yetiştik biz. Egemen devlet ideolojisi düşünen, sorgulayan bireyler olmamızdan ziyade itaat eden ve verilene rıza gösteren bireyler olmamızı istiyordu. Bu anlayış uzunca bir süre devam etti. Ta ki, iletişim teknolojisinin hızlı gelişimiyle, bilgiye ve dış dünyaya daha açık hale gelene kadar…

Düşünmek, tefekkür etmek, fikir üretmek elbette ki yasak değildi ama bu eylemlere karşı alınan dolaylı ya da doğrudan tavır ve tutumlar ister istemez caydırıcı bir sebep oluyordu. Özellikle tek parti ve darbe dönemlerinde düşünmek, hele de düşündüğünü ifade edebilmek ve yazabilmek başlı başına cesaret isteyen bir işti. Her şeye rağmen bedelini ödemeyi göze alarak bu cesareti ortaya koyanların başına gelenler yakın tarihimizin bir gerçeğidir ve unutmamız mümkün değildir.

Düşünce derken elbette bağımsız ve özgür düşünceden bahsediyoruz. Yoksa kurulu düzen lehine ortaya koyacağınız düşünce faaliyeti çoğu zaman kârlı (!) bir iş olabilir. Bu yolda (çıkar karşılığında) beynini, yüreğini satanlara tarihin her döneminde rastlamak mümkündür.

Bu ülkede daha düne kadar “düşünce suçu” diye bir kavram vardı. Hiçbir şekilde eyleme geçmemiş düşüncelerinden dolayı suçlu muamelesi görerek hapse atıldı insanlar, zulme uğradılar… Bu tehlike tam olarak geçmiş de değil üstelik. Her ne kadar fikir ve ifade özgürlüğünde belli mesafe kat etmiş olsak da içinde bulunduğumuz şartlar hala çok sağlıklı değil. Bir fikir beyan ettiğinizde buna karşı geliştirilen yaygın refleks şöyle: “Acaba kimin adamı, kimin adına veya çıkarına konuşuyor? Bunları söylemekteki kişisel menfaati ne?” Görüldüğü gibi oldukça paranoyakça ve kuşkucu bir yaklaşım bu… Dolayısıyla da hastalıklı!

Birbirine tahammülü olmayan, birbirlerini konumlandırırken “ya benim tarafımdasın ya da karşımda” paradoksu dışında başkaca bir formülü olmayan; körü körüne de olsa aynı şeyleri savunduğu sürece dost/yoldaş kabul ettiği insanları, farklı şeyler söylemeye, farklı tercihlerde bulunmaya başladığı andan itibaren sakıncalı ve düşman ilan eden insanların dünyasındayız. Böyle bir dünyada bağımsız ve özgür bir düşünce üretiminden bahsetmek, dahası böyle bir eyleme kalkışmak ne kadar anlamlı ve ne kadar isabetli, tartışılır. Bu şartlar altında her türlü nitelikli düşünce faaliyetinin ön yargılara kurban edilmesi, doğru anlaşılmaması ve neticesinde hak ettiği kıymeti görmemesi kuvvetli bir olasılık. Hal böyleyken, potansiyel her türlü saldırı ve haksız eleştiriyi, her türlü yaftalamayı ve damgalamayı göze alarak bu yönde irade koyabilmek asla küçümsenmeyecek bir tavırdır.

Sorgun Düşünce Kulübü’nün, düşünceyi merkeze koyan bir yaklaşım sergilemesi, yukarıda bahsi geçen tüm olumsuzlukların farkında olarak yapılmış bilinçli bir tercihtir. Kendimize yüklemiş olduğumuz bu sorumluluğun farkında olduğumuz gibi, toplumları değiştirmenin/dönüştürmenin yolunun da elbette özgür, özgün ve bağımsız düşünce üretiminden geçtiğinin idrakindeyiz. Bunun yolu da öncelikle kendi zihnimizi özgürleştirmemizden, kendi ön yargılarımızı ve şartlanmalarımızı kırmaktan geçiyor.

 

ABDULLAH ALPAYDIN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Author: Yönetici